Kurtuluş için izleyeceğimiz yolu bize Kur’an öğretiyor; haydi Kur’an’dan ipucu aramaya…
“Esfele Safiliyn”den; yani “dȗniHİ algı”dan; yani kendimizi ve diğer yaratılan her şeyi Allah’ın dışında bir mekanda sanmaktan kurtulmak mümkün müdür? Elbette sorularımızın cevaplarını yine Kur’an’dan öğreneceğiz. “Birisine göre” kurtulmak yok ki! El-Veliy; Allah…
“(Rabbi) dedi ki: “İkiniz cemîan inin aşağı oradan… Birbirinize düşmansınız. Benden size bir huda geldiğinde, kim benim “huda”ma tabi oldu ise, işte o sapmaz ve şakıy olmaz.” (Ta-Ha; 123)
Ayetten konumuzla ilgili nasıl bir sonuç çıkarabiliriz? Birisi şudur: “İnin aşağı oradan…” İNİN AŞAĞI: Yani; Bulunduğunuz idraktan aşağı idraka inin. Bu inişe, bu idrak inişine Kur’an’ın diğer ayetleri ışığında baktığımızda anlıyoruz ki; “Esfele Safiliyn’e reddedildiniz, dȗniHİ idraka indiniz, dünya hayatına başladınız” manaları da vardır.
Ayetteki “Birbirinize düşmansınız” ifadesinin de çok iyi anlaşılması gerekir ki, ondan bir sonuç çıkarabilelim. Bir insanın düşmanı nedir? Kur’an’a göre DÜŞMAN, bir insanın düşmanı onu Allah’tan uzaklaştırandır, başka düşman olmaz. Kendi kendinize düşman tarif etmemelisiniz, kendinizce düşman ilan etmemelisiniz. Hele de dȗniHİ algı ve zann’larına göre düşman ilan edilmez. Böyle olunca, “Birbirinize düşmansınız, bu şekilde inin”i nasıl anlamalıyız? Daha önce de paylaşmıştık, iki tane “var” biliyoruz: “Birbirinize göre var” hal ve “kişinin kendinde kendine göre var” hali. Birbirinize göre “var” olan hal, siz birbirinize baktığınız zaman bu aleme “Kesret Âlemi” denmesini sağlayacak olan bu TEKASÜR, bu birbirine göre varlık sizin düşmanınızdır. Yani: İşte bu varlık sizi Allah’tan perdeler. “Birbirinize düşmansınız, bu şekilde inin”i o zaman şöyle anlarız: Varlığınızla birbirinizi Allah’tan perdeleyecek şekilde inin! Ayetteki bu ifadenin konumuzla ilgili yanı böyledir. Birbirinize göre “var” görünüşünüz size perde olarak DȗniHİ algınızı kuvvetlendirecek ve sizi “Allah”dan perdeleyecektir. Böyle ineceksiniz!
Peki, böyle indi; birbirini Allah’tan perdeleyecek şekilde indi, bu neyi ifade eder? Öğreniyoruz ki; hayata başladığımız bu hal “yasal yanlış”tır; kendimizi içinde bulduğumuz format budur. Bunun “yasal yanlış” olduğunu giriş bölümünde ayet ve hadisleriyle detaylı gördük. Bu böyle olduğu içindir ki; ayet bize kurtuluşu öğretiyor. Kurtulmuş olarak doğana Kurtuluş Yolu öğretilir mi? Daha doğarken hayata hidayet üzere başlayana “kurtuluş” öğretilmez ki! Kur’an ayetlerinde bize hep “çıkış/kurtuluş” öğretiliyor dikkat edin. Hiçbir hadiste ve hiçbir ayette “şöyle inersiniz” diye düşüş anlatılmaz, göremezsiniz. Neden? Çünkü; zaten düşmüş! Ayet ve hadislerde “bu düşüşte nasıl ısrarlı kalırsın veya düştüğün bu halden nasıl kurtulursun?” görülür. Ama daha çok çıkış anlatılır, hep çıkış/kurtuluş anlatılır; yol çıkıştır. “Nasıl yükselirsin?” o anlatılır. Biz de yolumuzu basamak basamak, idrak seyahatiyle ayetlerden alacağız.
Ta-Ha; 123 bize diyor ki: “Kendinizi içinde bulacağınız DȗniHİ algı sebebiyle idrakınızı doğru yolda zannedeceksiniz; ancak gerçek doğruyu ve bu dunihi algıdan kurtulma yöntemini bildiren Nebi ve Rasuller, sizin içinizden size geldiğinde, fıtratınızdaki “Evet, Bi-Rabbimizsin!” bilgi ve şehadetinden de istifade ederek onlara tabi olun. “İşittik ve tabi olduk” derseniz Hakk’tan sapmaz ve mutsuz olmazsınız.”
Birinci basamak budur; gelen bilgiye tabi olmak! Şu manayı da çıkarıyoruz; demek ki, kurtuluş yolu var. Çıkardığımız önemli bir sonuç da budur, çünkü o izi arıyoruz; acaba kurtuluş yolu var mı? Anlıyoruz ki, kurtuluş yolu var. Yaradanımız, Rabbimiz; “Size Kurtuluş Yolu göndereceğim” diyor.
“Hakikaten Biz insanı ahseni takviym üzere yarattık. Sonra da onu esfele safiliyn’e reddettik. Ancak, iman edip salih amel işleyenler müstesna. Onlar için kesilmeyen bir ecir vardır.” (Tiyn; 4-6)
Yine bir kurtuluş yolu! Buradaki Kurtuluş Yolu şöyle tanımlanıyor: Ancak, Billahi anlamında iman eder ve bu imanına uygun bir hayat tarzı oluşturursa, insan esfele safiliyn’den kurtulabilir ve hiç kesilmeyen bir mükafata da ulaşabilir. Bu ayet vesileyle öğreniyoruz ki: DȗniHİ algıdan sıyrılmak; aşağıların aşağısı idraktan yukarıya tırmanmak; esfele safiliyn’den ahseni takviym’e kabul edilmek; Allah’a karşı, edepsiz yaşantıdan çıkıp, edebe dahil olmak mümkündür. Çünkü bu konuda Rabbimiz bizi müjdelemektedir:
“Allah iman edenlerin Veliy’sidir. Onları zulmetten Nur’a çıkarır. Fiilen küfür halinde olanlara (DȗniHİ algı ve zann’larına göre yaşayanlara) gelince, onların dostları Tağut’tur. (DȗniHİ olarak müstakilen var ve muhtar zannettikleridir)… (Bu kabulleri ise) onları Nur’dan zulmete sokar. İşte onlar ashabun nar’dır; onlar orada ebedi kalıcılardır.” (Bakara-257)
Yine öğreniyoruz ki, kurtuluş mümkündür! Ancak: İnananları kurtaran Allah’tır, onları Allah kurtarır. Zulme düşenleri ise düşüren kendisidir. Dikkat edin, bu kesret dilidir. Kur’an’da iki anlatım dili olduğunu İnsan Suresi 29, 30 ve Nisa Suresi 78, 79 ayetlerini örnek ayetler göstererek etraflıca ele aldık, bu kitapçığımızda da paylaştık. “Zulme düşenleri ise düşüren kendileridir” ifadesi Nisa-79 diliyledir, Kesret Dili’yledir. Bu yüzden, burada Bakara-257. ayette söyleneni ancak bu iki dili fark etmişsek anlayabiliriz: Kurtulacak olanı Allah kurtarır. Yanlışa gideni, zulmete düşeni kendisi düşürür.
“O, sizi zulmetten Nur’a çıkarmak için apaçık ayetleri Kulu’nun üzerine tenzil edendir. İnnellâhe Biküm le Raûfun Rahiym.” (Hadîd-9)
Bundan önce okuduğumuz ayetlerden öğrendik ki; Kurtuluş Yolu var, Hadîd-9 da aynı gerçeği beyan ediyor. Ama ayet bir de usul öğretiyor: “Sizi zulmetten Nur’a getirecek olan şeyi, bu işi Biz Kulumuz’un üzerine ayetleriyle tenzil ettik, indirdik.” Bir kez daha gördük ki; yöntem Kur’an’da! “Kur’an’dan öğrenin” denilen o noktaya geldik: Evet, kurtuluş var, yol Kur’an’da! Erken ipucu verir gibi olacak, ama konuyu pekiştirir diye düşünüp Kur’an’dan öğrendiğimizde varacağımız sonucu söyleyelim; Kurtuluş Yolu şudur: “La ilahe illallah” telkini ve Billahi anlamında iman, aynı zamanda DȗniHİ algı ve zann’larını reddetmek; bütün bunlara göre de bir hayat tarzı oluşturmak! Bu reçeteye talip olanlara bu ayetin sonunda Allah sesleniyor: “Bununla beraber, siz o kurtuluş yolunu arar, bulur ve uygularken Allah; kesinlikle, hiç şüphesiz size Billahi anlamında Raufun Rahıym’dir: “İnnallahe Bi-küm le Raufun Rahıym.”
“B” ile olduğu için “Bi-küm” ifadesinin dikkatimizi çekmesi lazım, bu dikkate alışalım diye söylüyorum. Allah Raufun Rahıym’dir. İki isim de ahiretimiz için çok önemli bir sığınaktır.
“İnnallahe Bi-küm le Raufun Rahıym” ayeti meallendirilirken; “Allah kuluna Rauf ve Rahimdir” şeklinde yazılıyor. Doğrudur ama noksandır. Çünkü bu ayet o kadar demiyor. Bu meal şu nedenle noksandır: Çünkü kişi bu meali, bu cümleyi okuyunca onu DȗniHİ anlar: Kendisi Allah’ın dışındadır, Allah da ona Raufun Rahim davranıyordur. Bu nedenle onarılması gereken bir mealdir. Bilgiyi biraz ileri götüren mealler bunu nasıl yazıyor? Oralarda ise; “Allah sende, senden, sana Raufun Rahim’dir” yazıldığını görürsünüz. Bu da doğrudur, ama bu da noksandır. “Senden, sende, sana” ifadesi yeterli bir tanım değildir, olmaz. Bu tanımlama sanki “kulun dışı yokmuş” gibi bir mana içerir. Kulun dışı vardır! Allah’a, O’nun bir özelliğine Esma’ül Hüsna ile ilgili (B kapsamında) meal verirken bu yüzden dikkat etmek gerekiyor. Allah’ın dȗnu (dışı) yoktur, ama kulun dışı vardır. Kulun dışıyla irtibatını kesmesi önerilir ama o irtibatı kesmek böyle olmaz. Kul o irtibatı dışına bakarken keser, gözünü kapatarak değil!
“Raufun Rahıym”i şöyle özetleyelim: Raufun Rahıym; Allah seni kurtarırken adalet aramaz, hiç adalet olmadan hediyeyle, lütufla, nimetle seni kurtarır demektir. Rahim isminde adalet olmaz, Rahman isminde olur. “Raufun Rahim”e dȗniHİ algı ile yaşayan da ona inanabilir, dȗniHİ duran da bu ismi kendisine hitap ediyor zannedebilir. Halbuki öyle bir meal vereceksin ki kişi onu dȗniHİ algıyla okuyamasın, dinleyemesin. Dinliyorsa idrakı kendiliğinden yerine gitsin; Billahi olsun. Kur’an’ı da dȗniHİ algıyla dinleyememelisin. Kur’an dinlemek seni Billahi algıya sokmalıdır. “Senden, sende, sana” deyiş doğrudur, ama bu sefer de kişi “dışında yok”muş zanneder: Ne ararsan içinde! Doğru, ama bu bir mahkumiyettir, dışında yok mu? Bu yüzden, bu bakış da ayrı bir şirktir, Allah’ı içine hapsetmektir: Herşey bende! Demek ki sen varsın, O da sende, sen olmasan Allah olmayacak, herşey sende. Oysa senin dışın da var. Öyle bir “B” düşünmelisin ki, yani Allah öyle Raufun Rahim ki; senin her yerinde sana karşı Raufun Rahim. Ve görebildiğin göremediğin her yerde de sana karşı Raufun Rahim! Kaplamadığı yer yok, Raufun Rahim’in kaplamadığı yer yok. Burada “B”den anlayacağımız çok önemlidir: Bir kere “sende, senden, sana” değildir, o işin gereğidir. “B”den anlayacağımız şudur: Allah öyle Raufun Rahimdir ki O’nun dışı yoktur. Onun dışı var zannedip başka bir merhamet arama. O’nun dışı yoktur, Raufun Rahim olması her yeri kaplamıştır, sen de zaten içindesin (ilminde bir suretsin).
“Kurtuluş yolu var” dedik, bunun Kur’an’da olduğunu öğrendik; şimdi sıra Kur’an’dan ipucu aramaya geldi.
“Sonra biz, Rasullerimizi ve iman etmişleri böylece kurtarırız. Mü’minleri kurtarmamız, üzerimize bir haktır. De ki: “Ey, insanlar! Benim diyn’imden (inanışım ve hayat tarzımdan) şüphe içerisindeyseniz, (bilin ki) ben sizin dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannedip) kulluk yaptıklarınıza kulluk yapmam. Fakat sizi öldürecek olan Allah’a kulluk ederim. Ve ben mü’minlerden olmakla emrolundum.” Ve (şununla da emrolundum): “Vechini hanif olarak (dȗniHİ algı ve zann’larına sırtını dönerek) Diyn’e çevir ve sakın müşriklerden olma.” Ve dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannedilen) şeylerden ilgini kes/onlara yönelme. Eğer yönelirsen, o zaman muhakkak ki sen zalimlerden olursun.” (Yunus; 103-106)
İlk ipucumuzu aldık, buradan ilerleyeceğiz: Vechini hanif olarak Diyn’e çevir. Yani bize buyuruyor ki; idrakın, “dȗniHİ algı ve zann’larının ürettiği, Allah’ın dışında “Müstakilen Var ve Muhtar varlıklar vardır” iddiasına sırtını dönsün. İdrakın bir kere bu iddiaya sırtını dönsün, bu iddiayı hiç görmesin, bu iddia hiç yokmuş gibi baksın; böylece, dȗniHİ algı sonucu “müstakilen varım ve muhtarım” diyen bir zann ile irtibatını kessin. Bir kere onunla irtibatını kes! “Şu arkadaşla hiç görüşmeyeceğim” de bir kere! “Dayanamıyorum, ikide bir görüşüyorum” olsa bile o ayrıdır. Allah diyor ki: Silerim, affederim, sen önce kararını ver. De ki; “şu arkadaşla görüşmeyeceğim, lanet ona.” Bir böyle de! Niye? Çünkü o (dȗniHİ algı) Allah’a küfürdür.
“De ki: “Bana Rabbimden apaçık deliller gelince, dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannıyla) isimlendirilenlere (göre) kulluk (hayat tarzı) bana yasaklandı ve Rabbül Âlemiyn’e teslim olmakla emrolundum.” (Mü’min-66)
“Sana vahyolunana tabi ol ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O, hayrlı hükmedendir.” (Yunus-109)
Esma’ül Hüsna’lar meallendirilirken dikkat edilmesi gereken bir noktadır burası, burayı bu yüzden biraz farklı meallendirdik. Burayı “Hükmedenlerin en hayırlısıdır” şeklindeki çevirmeler yanlıştır. Çünkü kıyas yapıyorsunuz, Allah’ı birileriyle yarıştırıyorsunuz ve Allah’ı birinci yapıyorsunuz. Bu yaklaşımlar dȗniHİ’dir, dȗniHİ meallerdir. Biz böyle söyleyince bazı arkadaşlar “Ama böyle yazılmış” diyorlar. Hayır, İhlas Suresi’ne uymayan meal olmaz! Kim yazarsa yazsın, olmaz. Bir örneğini şimdi göreceğiz.
Bu okuduğumuz ayette bize şöyle deniyor, bir iki cümleyle manayı şöyle açıklayalım: Rasulullah (SAV) vasıtasıyla size söylenenlere uyun, bu yolda Allah sizin nefsinizi mutmain edinceye kadar da bu uygulamanıza azmederek gayret edin. Hayrın hükmünü Allah verecektir. Anladık ki: Hayr hükmünü Allah verir, Hayr konusunda Allah birileriyle yarışmaz. Bu yüzden meal; “En hayırlı yapan” değildir, “hayr hükmünü Allah verir” şeklinde olmalıdır. Bir başkası hayr yapıyorsa bile onun hükmünü Allah verir, Allah’ın hükmünü o yerine getirir. Yunus-109 bize “Siz böyle yapın; Kur’an’a ve Rasulüne uyun” dedi. Çünkü: “Allah sana bir zarar dokundurursa, onu O’ndan başka keşfedecek (açacak) yoktur.” (Yunus-107).
Bu ayete “DȗniHİ algı bir zararsa” gözüyle bakarsak meal farklı olur: “Eğer sana bir zarar dokundurursa o zararı açacak/keşfedecek ancak Allah’tır.”
“Dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannedilen güçler) keşfedemez (açamaz)lar. (Necm-58)
Bu ayet çok önemli bir şekilde uyarıyor bizi: Bu iş senin dȗnillah algı ile müstakil zannettiğin güçlerle keşfedilmez, açılmaz! Necm-58 de meali onarılması gereken ayetlerdendir, ayette dȗnillah tanımı geçiyor.
Bu geldiklerimizden ulaştığımız sonucu şimdi bir yerde düğümlüyoruz: Öyleyse çare nedir? Kur’an’dan öğrendiğimiz çare nedir? Sonra da o çareyi nasıl yapacağımızı göreceğiz.
İnsanda bir bilgi veya bir fiili geçersiz hale getirebilmek için, o bilgi veya fiili insanın gündeminden çıkarabilmek için o bilgi veya fiilin beyinde yaptığı izden daha derin bir iz yapabilmek gerekir. Amacımız zaten, dȗniHİ algı ve zann’larından ve ona ait fiillerden kurtulmak değil mi? Bizde var olan o bilgi ve fiillerini geçersiz yapmak için, dȗniHİ algıdan kaynaklanan fiiller var, onları geçersiz yapmak için o bilgi veya fiilin beyinde yaptığı izden daha derin bir iz oluşturmak şarttır.
Bunu yapabilirsek; o durumda kişide yeni oluşan derin ize göre fiiller görülür. Konuyu derinleştireceğiz, ama şimdi kabaca söyleyeyim. Algı ve onun fiilleri beyinde bir iz yapar, artık kendiliğinden o yürür. Bir algıya ait izi silmek istiyorsak, beyinde ondan daha derin bir iz oluşturmalıyız. Bazen denir ki; “Ben de biliyorum ama yapamıyorum.” Bu neden? Çünkü öğrendiğin ve yapmak istediğin şeyin izi derin değil, küfrün izi daha derin. Bu haldeyken doğruyu bilsen de yapamazsın. Billahi algı beyninde küfürden daha derin iz yapmalı ki bu dȗniHİ algının izi inaktif olsun. O zaman kişide Billahi algıya uygun fiiller oluşur. Billahi algıyı daha derin iz haline getirmeliyiz ki, dȗniHİ algı hayattan silinsin. O zaman bir çareye, bir yola geldik demektir: Beyinde bir iz yapacağız, Billahi algıya öyle bir iz yaptıracağız ki dȗniHİ algıdan daha derin bir iz olsun. Geldiğimiz nokta burasıdır, çare/yol budur. Bizim şimdi sorunumuz nedir? DȗniHİ (batıl) bilgi ve fiiller! Sorunumuz bu olduğu için biz, dȗniHİ algı ve zann’larını ve buna göre oluşan hayat tarzını inaktif yapacak derin bir iz yapmalıyız. Bu nedenle, Batıl izi daha derin Hakk iz ile silmeliyiz, yöntemimiz bu.
Ulaştığımız sonuç şu ki; beynimizde oluşan ve bütün fiillerimize sebep olan batıl izi daha derin Hakk iz ile silmeliyiz. Bu tespit ‘bu konuyu bilmek’ değildir, bu iş için konuyu bilmek yetmiyor, hele duymak hiç yetmiyor. İnşaAllah şimdi, ulaştığımız bu sonuçla ilgili Kur’an’dan bir laboratuar çalışması görelim: “(Musa): “Siz atın” dedi. (Sihirbazlar) atınca, insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar. (Sihirbazlar) aziym bir sihir getirdiler. Biz de Musa’ya: “Asa’nı at” diye vahyettik. Bir de ne görsünler, o asa onların uydurdukları şeyleri kapıp yutuyor! İşte böylece, Hakk vaki oldu ve onların yapmakta oldukları batıl olup (boşa) gitti.” (A’raf; 116-118)
Bir çok konunun çözümünde buradan sonuç ve fikir çıkarmak mümkündür. Şimdi biz çözmeye çalıştığımız sorunla, sorunumuzla ilgili sonuca bakalım. Bu kıssayı şimdi uzun anlatmak vaktimizi alacağı için anlaşılması için ana hatlarıyla özetleyelim: Hz. Musa firavun’un karşısında ve sihirbazlara “haydi siz başlayın” diyor. Sihirbazların illüzyonlarını, oluşturdukları illüzyonları, konumuzun diliyle “batıl görüntü”lerini daha derin bir iz olan Hz. Musa’nın Asası yuttu…
Biraz sonra Yusuf Suresi’nde de hatırlatacağız; önce Kur’an’ın mesajını anlamak gerekiyor, yani bize lazım olan esas fikri Kur’an’dan almak gerekiyor. Kur’an’ın esas mesajını aldıktan, anladıktan sonra o fikirle ayetlere baktığınızda “bir çok şey göreceksiniz” demiyorum; Rabbim size bir çok şeyi gösterecektir. Kuran’dan görülecek olanı Rabbim gösterir. Onu o zaman bizzat yaşayacak ve göreceksiniz inşaAllah.
Sihirbazlar firavun’un önünde ayetlerden öğrendiğimiz bir illüzyon yaptılar. Ama onların oluşturdukları görüntüleri/illüzyonu, sihirle oluşturdukları korkuyu Hz. Musa’nın Asası yuttu. Çünkü o derin bir izdi, o derin Hakk izin temsiliydi. Sihirbazların yaptıkları batıl fiillerin temsilidir, konumuz için böyledir. Bu olaylar olmamıştır demiyorum, o da çok ayrı bir konudur. Ayette anlatılan olaylar zahiren aynen olmuştur ve o çok incelememiz gereken ve incelediğimiz zaman da hayretimizin artacağı ayrı bir konudur. Şimdi biz oradan bize lazım olanı, konumuz için gereken kadarını çekiyoruz. Küfür ehlinin oluşturdukları illüzyonu, Hz. Musa’nın Asası yuttu, Hakk iz daha derin bir iz olarak onları yuttu. Musa’nın Asası’na Allah “Kün” dedi ve feyekün; Asa bir ejderhaya dönüştü. Sihirbazların oluşturduğu yılancıklara benzer şeylerin/görüntülerin hepsini o ejderha teker teker yuttu ve yok etti. Sihir ile temsil edilen batıl bir idrak vardı. Yani, illüzyon olarak batıl bir algı vardı, o algıdan kaynaklanan bir yanılgı ve görüntüler vardı, ama Hakk iz geldi, onları sildi, götürdü. Bu yüzden, bu ayetin sonunda diyor ki: İşte böylece, Hakk vaki oldu ve onların yapmakta oldukları batıl olup (boşa) gitti. Hepsi boşa gitti… Ayetler Hakk ve Batıl’la sonuçlanınca yaşanan olayın ve o görüntülerin neyi temsil ettiğini de böylece anlıyoruz: Hz. Musa’nın Asası Hakk, sihirbazların yaptıkları da Batıl’ı temsil ediyor. Ancak dikkat edin: İllüzyonları sihirbazlar yapmıştı, ona dȗniHİ algıdakiler sebep olmuştu. Fakat Hakk’a Allah emir verdi. Ayet Hz. Musa yaptı demiyor, Musa’ya “asanı at dedik” diyor. “Hakk ortaya çıktı ve Batıl silindi” prensibi bizim için çok önemlidir. Öyleyse onu çok önemsemek lazım ve o prensibi kullanabilmek lazım. Bu prensip İsra Suresi’nde bizim için vurgulanır: “De ki: “Hakk açığa çıktı, Batıl silindi. Muhakkak ki, batıl silinmeye çok mahkumdur.” (İsra-81)
“De ki: Hakk ortaya çıktı! Batıl ne yeni bir şey oluşturabilir, ne de eskiyi yeniden ileri sürebilir.” (Sebe-49)
Hakk olan derin izin gücünü gördük, fark ettiniz mi? Bu bölüme kadar dȗniHİ algının ne kadar güçlü olduğunu ve bizi nasıl yönettiğini görmüştük, şimdi onu silecek olan Hakk izi tanıyoruz. Hakk iz öyle bir şey ki, ortaya çıkarsa Batıl kaybolur. Beyinde bu derin (Hakk) izi oluşturabilmek için ne yapmamız lazım? Bu derin iz için ne gerekiyor, basamaklarıyla görelim.
İşi “yalnızca beyin” zannedenler bunu çözemez. “Her iş beyinde başlıyor ve bitiyor” zannedenler çözemezler, ancak insanca çözümler bulurlar. Esas olan Kur’an’ın çözümüdür, ayetlerle olan o çözümü birlikte incelemeye çalışacağız.
Beyinde derin iz oluşturabilmek için Fuad’ı yanlış zapturapttan kurtarıp yeni bir zapturapta almak gerekiyor. Esfele Safiliyn hal, dȗniHİ algı ile Fuad’ı bağlamış, zapturapt altına almıştır. Bu işleyişi “Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Mekanizması” olarak İnşirah kitapçığında incelemiştik, “Fuad nedir, Kur’an onu bize nasıl öğretiyor?” bakabilirsiniz. Yine de bir cümleyle hatırlatalım: Fuad kalıbımızın/kalbimizin analiz-sentez merkezidir. Bu analiz-sentez merkezi işini yaparken “doğru mu, eğri mi?” diye bakmadan Sadr’da ne hakimse, o hakimiyet doğrultusunda sonuçlar çıkarır. Esfele Safiliyn hal, dȗniHİ algı Sadr’ı kapladığı için Kalbi de, kalbin analiz-sentez işlevi olan Fuad’ı da esir etmiştir:
“Hayır (asla)! Bilakis, kazanmakta oldukları (dȗniHİ algı sonucu zann’larıyla oluşturdukları kişilikleri), onların kalblerinin üzerini (bir kılıf gibi) örtmüştür.” (Mutaffifîn-14)
Buyruluyor ki: Siz bir algıyla bir kişilik oluşturuyorsunuz, kazanmakta olduğunuz budur. Bu kişiliği dȗniHİ algıdan ulaştığınız zann’larla oluşturuyorsunuz, o zann’larla bir hayat tarzı kurarak bir kimlik inşa ediyorsunuz. Ve sonuçta size ait bir kişilik çıkıyor. Oluşturduğunuz DȗniHİ hayat tarzına bir etiket yapıştırıyorsunuz; kişilik olarak. İşte bu oluşturduğu kişilik, yani bu kazandığı, kulun “kalb”ini bir kılıf gibi kaplamıştır. Bahsedilen bu KALB; insanın ahseni takviym yapısını ortaya çıkaracak olan fıtratını taşıyan kalıbıdır. İşte Fuad bu kalbta çalışan bir sistemdir, oradaki analiz-sentez sistemidir. Oluşturulan bu kişilik o kalıbın, yani kalbinizin üstünü kapladığında aynı zamanda Fuad’ı da kapladığı için, onu da örttüğü için, artık Fuad’dan dışarı çıkacak olan sonuçlar bu hakimiyete göre çıkar, onu örten bu kılıfa göre çıkar. Çünkü: Fuad bu kılıfı doğru zanneder ve buna göre sonuçlara ulaşır, o sonuçları da fiile dönüştürmesi için beyne gönderir. Sürekli böyle sonuç göndereceği için, Fuad’ın devamlı gönderdiği bu algı sonuçları beyinde bir iz yapar. Nihayet beyin, otomatik olarak o ize göre fiil üretir hale gelir. Öyleyse biz, önce Fuad’ı bu esaretten kurtarmalıyız. Sonra da Fuad’a beyne göndermesi için öyle analiz-sentez sonuçları çıkarttırmalıyız ki ve bu öyle sürekli olmalı ki, öncekinden daha derin bir iz oluştursun. Derin bir Hakk iz oluşturuncaya kadar buna çalışılmalıdır ki, kendimizi içinde bulduğumuz DȗniHİ algıdan sıyrılabilelim. Eğer biz Fuad’ı bu esaretten kurtarıp Hakk ile bağlamayı, Hakk ile zapturapta almayı başarırsak, bu durumda kalb beyne Hakk emirler gönderecektir, kendiliğinden.
Şu çok önemlidir: Beyin ne yapacağını Kalb’ten öğrenir, Kalb söylemeden beyin bir şey yapamaz, ne yapacağını ona Kalb söyler. Günümüzde insanlar beynin nasıl çalıştığını inceliyorlar, yaptıkları doğrudur. Ama iki farklı konuyu karıştırmayalım: “Beynin nasıl çalıştığı” ve “beyni kimin çalıştırdığı” birbirinden çok farklı iki şeydir. Beynin nasıl çalıştığı tamam, ama onu kim çalıştırıyor? Beyni Kalb çalıştırır; onu sizin kalbiniz, sizin kalıbınız çalıştırır. Beyne ne yapacağını o kalıp bildirir. Ancak: Kalıbınızın üstünü dȗniHİ algı kapladığı için, beyne giden emirleri gönderen sanki kalbmiş gibi bir durum olur, Sadrınız böyle davranır. Bu durumda beyniniz, kendisine emir Kalb’ten geliyormuş zannederek, Kalbin üstünü kaplayan Esfele Safiliyn emirlerini alır ve yapar. Yani, bu durumda beynin yerine getirdikleri aslında dȗniHİ algının emirleridir. Kalb’ı ve Fuad’ı esir etmiş olan bu kılıftan Kalb’ı kurtarmamız gerekiyor. Kurtarırsak, yani Sadr’da Kalb hakim ve hükümdar olursa beyin o zaman Kalb’ten Hakk emirler almaya başlar ve bizden çıkan fiiller Hakk fiillere dönüşür. Bu demektir ki, o zaman Kalb, beden sistemini Bil-Kıst yönetir. Bil-Kıst yönetimin sürekliliği ve sürdürülebilirliği sonucunda beyinde derin bir Hakk iz oluşur ki; Batıl silinir. Yani: Bu Bil-Kıst yönetim, Kalb’in beyni Bil-Kıst yönetişi sürekli ve sürdürülebilir olursa, Kalb’in sürekli gönderdiği bu emirler yüzünden, bu sürekli baskı ile beyinde yeni bir iz başlar. Böylece, beyinde Hakk bir iz oluşmaya, “Billahi anlam” beyinde bir iz oluşturmaya başlar. “Hakk” beyinde iz oluşturunca “Batıl” silinir. Batıl silinirse, o insan için bir korku ve mahzunluk kalmaz; bu insan, dünya hayatında da, Diyn Günü’nde de mahzun olmaz inşaAllah.
Yöntemimiz gereği, konumuzu basamak basamak ilerletip bir sonuca, oradan da yeni bir sonuca ulaşmaya çalışıyoruz, “Tamam böyle, ama öyle davranabilmek için ne yapacağız?” sorularıyla ilerliyoruz, bu yöntemle bir sonuçtan başka bir sonuca ulaşıyoruz. Bu sonucu da ilerletelim.
Dünya hayatındaki insanın bir tek sermayesi, bir tek malzemesi vardır: Zannetmek! Yalnızca bu! Onun zannetmekten başka kullanabileceği hiçbir şey yoktur. Dünyada biz sadece “zannetme” malzemesini kullanıyoruz. Onunla bir şeye “var”, bir şeye “yok” diyoruz. Ne yapıyorsak bu malzemeyle; zannetmekle, yani algıyla! Malzememiz dünyada yalnızca algı. Biz kurtuluş için beyinde derin bir Hakk iz, Billahi iz oluşturmak istiyoruz, bunun için de kullanabileceğimiz tek malzeme zannetmektir, algıdır.
ZANN bir mekanizmadır ve iki ana ürünü vardır, Allah ve sistemi idrakıyla bakınca zannetmek/algı iki ana gruba ayrılır: Batıl Zann ve Hakk Zann. “Yok” olanı varmış zannı BATIL ZANN’dır. “Yok” olanı çok kuvvetle gerçekten varmış zannı Batıl’dır, zannın bir ürünü budur: Allah’a göre yok olanı, olmayanı, Allah’ın “yok” dediği şeyi kuvvetle var zannetmek! Diğer zann ürünü ise Hakk Zann olup; “Asıl Var Olan”ın varlığının iman ve his ile zannıdır.
Dünya sistemi gerçeği içerisinde gözünüzle görebildiğiniz için Batıl Zann’ı tanımlarken “iman ve his” ifadelerini kullanmıyoruz. Oradaki zann zaten bu yüzden çok kuvvetlidir, sistem o zanndan yanadır; aslında sistem o zannın somutudur. Ama bizim şimdi yerine derin iz yapmak istediğimiz sistemin, o zannın somutu değildir bu dünya. Ama zanndan/algıdan başka sermayemiz de yok! Demek ki, bu durumda biz Hakk Zannı somut kullanamayız, yaşadığımız şartlar öyle değil. Kişi “ikan” boyutuna gelince öyle olabilir ama başlangıçta işimiz öyle somut değildir. Bu yüzden biz şimdi “Asıl Var Olan”ı, “Asıl Var Olan”ın varlığını iman ve his ile zann edeceğiz. Neden zann? Çünkü başka malzememiz yok. Batıl Zann veya Hakk Zann’dan başka malzeme yok. Bu yüzden, biz “Asıl Var Olan”ın varlığını iman ve his ile zann edeceğiz ki, daha derin Hakk bir algı izi oluşturalım. Çünkü: Hakk gelecek batıl silinecek… Ama sistem gereği içinde bulunduğumuz hayatta Batıl kuvvetli! Onun malzemeleri somut, o zanlar suretlenmiş, suret bulmuş; o algının zannları suretlerde etiketlenmişler. Oysa Hakk için bizim öyle bir avantajımız yok. O nedenle, “iman ve his” yöntemini çok kuvvetle uygulayıp yaşarken Hakk zann malzemesini kullanacağız.
İnsan hayata DȗniHİ algı ile başlıyor. Bu yüzden, DȗniHİ algı ile başlayan insanın, DȗniHİ algının zann’ları için bir gayret göstermesi gerekmez; DȗniHİ algı üretmek için ve bunun zann’ları için onun hiç bir gayret göstermesi gerekmez. Çünkü o kendiliğinden çalışır ve “gerçekten var”mış gibi de algılanır, bu yüzden de somut zannedilir. Yaratılanların “birbirlerine göre var” oluş özelliği de DȗniHİ algı ve zann’larını kuvvetlendiren bir avantaj oluşturur. Dolayısıyla Fuad bu sistem ile bağlanmış olur. Fuad’ı bu sistem bağlamıştır. Bu durumda Kalb gibi davranan Sadr, Fuad’ın bu bağlanmışlığının yanlış sonuçlarını uygulanmak üzere beyne gönderir. Böylece beyin, kendiliğinden DȗniHİ algının fiillerini yerine getirir.
Özetlememiz gerekirse: Anlamış olduk ki, tek malzememiz algıdır. Böyle olduğu için biz de mecburen beyinde daha derin bir algı izi oluşturmalıyız. Bu yeni ve derin iz için, Fuad’ı zapturapta almak zorundayız. Onu zapturapt altına almak için de algı/zann malzemesinden yararlanmalıyız. Fuad’a öyle bir algı pompalamalıyız ki, nihayet Fuad pes etsin. Yine öyle bir algı pompalamalıyız ki, Kalb’teki Lüb faaliyete geçsin. Ve: Öyle bir algı pompalamalıyız ki, bu faaliyetten Allah razı olmalı ve yardım eylemelidir.
Geldiğimiz noktada soru şudur: Bunun için nasıl bir yol izlemeliyiz? Yöntemlerini on madde halinde görmeye çalışacağız:
- Malzememiz “algı” olduğu için, ilkin bize “yeni bir algı” gerekiyor, çaremiz yeni bir algıdır. Bu nasıl bir algı olmalıdır? Bu Billahi algısıdır. Çare; kendimizi içinde bulduğumuz DȗniHİ algıya karşı Billahi algı ile mücadele etmektir. Bunun için de bize “Billahi algı ile mücadele”yi anlatan, öğreten ayetlere bakalım:
“Âminȗ Billahi ve RasȗliHİ (Billahi anlamında Allah ve O’nun Rasulü’ne iman edin) ve sizi hakkında tasarruf sahibi kıldığı şeylerden infak edin. Sizden iman eden ve infak eden kimseler var ya, onlar için ecr-u kebiyr vardır.” (Hadîd-7).
“Âminȗ Billahi ve RasȗliHİ” özellikle bizim için çok önemlidir. İdrakımız için bir onarım olsun diye ona yüklediğimiz manayı mealde parantez içinde verdik. Bu ayet genellikle “Allah’a ve Rasulü’ne iman edin” şeklinde meallendiriliyor, halbuki öyle değildir. “Âminȗ Billahi ve RasȗliHİ” daveti “Allah’a ve Rasulü’ne iman edin” diye anlaşılırsa olmaz, “yanlış” olmasa da “noksan” olur. Böyle çevirirseniz yanlış iman eden birisi de “ben Allah’a ve Rasulü’ne iman ediyorum” der. Oysa ayet diyor ki: “Allah’a Billahi anlamında iman edin, Billahi anlamında algıyla iman edin.” Meal yapılırken bu vurgulanırsa, o zaman “iman ettim” diyen veya iman etmek isteyen düşünecektir: Billahi anlamında iman nedir ve acaba benim imanım Billahi midir? Ama genellikle “Allah’a iman edin” yazıldığı için “okuyan “tamam, ben zaten o sınıftayım” deyip geçiyor, ayette verilen öğüdü alamıyor.
Bu ayete konumuz kapsamındaki vurgu ile bakınca “Âminȗ Billahi ve RasȗliHİ” ile bize öğretilen şudur: Allah’a dışı varmış gibi düşünmeden iman edin. Rasul’ü de O’nun dışında biri gibi algılamadan, ona da Billahi anlamında iman edin.
Kurtuluş için izleyeceğimiz yolu öğrenmeye çalıştığımıza göre, bu ayette bize önerilen kurtuluş yolu nedir? Ayetten anlıyoruz ki, kurtuluş yolu “Billahi algı”dır, öğrendiğimiz bir kere budur, Kur’an’ın bize fark ettirdiği gerçek, gösterdiği yol budur: Siz DȗniHİ algıdasınız, Billahi algıya geçin, yolunuz budur. Demek ki, yolumuz Billahi algı ile ilerliyor.
Öğrendiğimiz diğer bir öğüt var ki; zannediyorum o öğüt Kur’an’da yalnızca bu ayette geçiyor: “Tasarruf sahibi kılındığınız şeylerden infak edin.” Bunun nasıl göz ardı edilen bir mana olduğunu Fatiha kitapçığında “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaiyn” ayeti içinde geniş gördük. “Tasarruf sahibi kılındığınız” demek; “tercihini size bırakarak yetkili kıldığımız” demektir ki, bu bizim Muhtariyeti Tercih Gücü dediğimizdir. Ayette kurtuluş için önerilen budur: Billahi algıya girin ve tasarruf sahibi kılındığınız şeylerden infak edin.
Hadîd-7 bize sonucu da bildiriyor: Billahi algıya girersen ve tasarruf sahibi kılındığın şeyden de infak edersen senin için ecr-u kebiyr vardır… ECR-U KEBİYR; çok büyük, anlayamayacağın, kavrayamayacağın bir sonuçtur. Demek ki, bu yolda böyle bir mükafat var.
“Tasarruf sahibi kılındığınız şeylerden infak edin” denildiğinde kişi eğer yaptığı başka hayrları düşünürse noksan düşünmüş olur ve sonuca varamaz. Bir kişi düşünün, bu ayet gereği, bu ayete uymak için bir malından hayır yapacak. Bu hayrı yaparken: “Bu maldan hayır yapıp yapmamak benim elimde. Dolayısıyla ben ayete uydum, işte tasarruf sahibi kılındığım şeyden hayır yaptım.” Be adam! Diyorsun ki; bu mal hakkında ben tasarruf sahibi kılındım, hayr yapıp yapmamak elimde. Böyle diyorsun ya, işte vermen gereken önce o! “Şu maldan hayr yapabilirim” derken bunu sana dedirten bir yetki var, işte esas infak etmen gereken odur! Diğer infak ettiklerin zaten hep bu yetki kapsamındadır, buna bağlıdır. Ne tür infak yapıyorsan hepsi bunun altındadır; onları hep Muhtariyeti Tercih Gücü’nle yapıyorsun.
Yaptığın bütün infaklar için “isteyerek mi yaptın?” diye sorulsa “evet” dersin. “Kimin için yaptın?” dense “elbette Allah için” dersin. Peki: Senin “isteyerek yaptım, Allah için yaptım” demeni sağlayan mekanizma nedir hiç düşündün mü, onu fark ettin mi? İşte sen onu infak edeceksin, onu infak etmen isteniyor…
Dikkat et, sen oraya “BEN” diyorsun, “O güç, o yetki benim” diyorsun, bu yüzden de orayı vermiyorsun. Ve Kur’an onu vermeyene CİMRİ diyor. Demek ki, “cimrilik” denince akla önce gelecek olan budur.
Öneriliyor ki: Önce Billahi algıya gireceksin ve seni ne için tasarruf sahibi yapmış, yetkili kılmışsa onu Allah için infak edeceksin. Bunu duyan insan, eğer kendisini iyi analiz ederse, aslında bütün verdiklerinden daha fazla o yetkiyi sevdiğini görür. Esas sevdiği şeyin kendisindeki MTG yetkisi olduğunu, bu güç olduğunu görür. Oysa İNFAK; Allah’ın verdiklerini Allah için kullanmaktır ve siz sevdiklerinizden infak etmedikçe olmaz…
Yanlış bir anlaşılma oluşmasın diye söyleyeyim: O güç Allah’ın insana verdiği yetkidir; Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisidir. Peki; tasarruf sahibi kılındığımız o yetkinin infakı nasıl olur?
“İşittik ve itaat ettik” diyerek! Zihninizi konumuzun ilk kısmına taşırsanız “Semi’na ve Eta’na; işittik ve itaat ettik”i hatırlarsınız. Allah’ın buyruklarını duyuncaya kadar bu yetki sana aittir, duyar duymaz “işittik ve itaat ettik” diyerek onu infak edersin. O yetkinin infakı için gerekenin birisi budur: İşittik ve itaat ettik…
Bir diğeri ise bu yetkinin haddi aşan kısımlarından vazgeçmektir. Vazgeçeceksin! Sileceksin! Haddi aşan kısmı Allah için silmek de bir infaktır, çok önemli bir infaktır. Sende bir Tercih Gücü var, o gücün yetkisi var. Ve sen dünyada bir “mühlet sistemi” içerisinde olduğun için onu haddi aşan biçimde kullanabiliyorsun. Onun haddi aşan kısmından vazgeçmek, orayı silmek önemli bir infaktır, hatta “işittik ve itaat ettik”ten ileri bir infaktır, kanaatimce. Çünkü orayı silmekle çok önemli bir ayetin kapsamına girersin. Öyleyse orayı sileceksin! Yapamıyorsan bile “Allahım, sildim” demelisin. Sonra da: “Allahım, ‘sildim’ dedim ama silmemde bana yardım et, sildirtiver” diye dua edeceksin: “Onu sildim, bana onu sildirt Allahım” dediğinde hiç değilse “Sildim” diyenler sınıfına girmiş olursun. Çünkü “Sildim” diyenler sınıfı doğru caddededir ve önce o caddede olmak önemlidir. O caddedekiler “yapan” ve “yapamayanlar” olarak ayrı sandalyelerde oturuyor olabilir, ama önce doğru caddeye bir düşmek lazım. Bu yüzden “Sildim” de, “Sildim” dersen seni bekleyen bir ayet vardır: “Sevdiklerinizden infak etmedikçe asla BİRR’e (hayra) eremezsiniz.” (Al-u İmran; 92)
Ayeti okuyunca; “ben neyi seviyorum acaba?” diye arayıp, bulup vereceğin şey bir mal değildir, bunu yapman istenmiyor, istenen bu değil. Önce iyi inceleyip en sevdiğiniz şeyi fark edin. Ki; insanın en sevdiği “özgürlük” ve “muhtariyet” zannıdır. Dolayısıyla EN SEVDİĞİN ŞEY; sevdiğini zannettiğin diğer şeylere hükmeden sendeki bu yetkidir, “Sizi hakkında tasarruf sahibi kıldığı” yetkidir! İşte sen en sevdiğin o şeyden, o yetkinden infak etmedikçe “asla” diyor! Sana verilen bu yetkinin dünyadaki mühlet yüzünden “kullanıyorum” zannettiğin fazlasını, haddi aşan kısmını seviyorsun ya, işte o sevdiğinden infak etmedikçe, yani orayı silmedikçe asla! Ondan vazgeçmedikçe asla Birr’e (Hayr’a, Doğru’ya, Hakk’a) eremezsin. Çünkü oranın fazlası küfürdür.
Bize bu yolda gereken ilk şey bir algı değişikliği idi. Hadîd-7’den, Billahi algı ve İnfak’ı kurtuluş yolunun şartı olarak gördük. Ra’d Suresi de hem soruyor, hem bize öğretiyor: “Ancak, Rabbinden sana inzal olunanın Hakk olduğunu bilen kimse, (senin tebliğine) âmâ (bakan) kimse gibi midir? (Bu farkı) yalnızca Lüb sahipleri tezekkür eder. Onlar (Lüb sahipleri) Allah ahdi’ni (ezeli hükmü) ifâ ederler, miysak’ı (söz verdikleri fıtratlarını) bozmazlar.” (Ra’d; 19-20)
“Amentü Billahi” diyerek iman etmiş bir kişinin hayat tarzı, ölümü, dirilişi, hesabı ve ahiret hayatı ile dȗniHİ algı ve zann’larını benimsemiş olanınki bir olmaz. Eğer bir kul Billahi algıya girmişse, diğeri de dȗniHİ algıda ısrarlıysa; bunların hayat tarzları, sonra ölümleri, sonra dirilişleri, sonra hesap ve ahiret hayatları bir ve aynı olmaz. Ayet bu öğüdüyle bize yararlanabileceğimiz bir ipucu gösteriyor. Ama yararlanan var mıdır? Billahi ve dȗniHİ algılar arasındaki bu farkı daha dünyada yaşarken fark eden olur mu? Ayet bize “evet, var ve olur” diyerek Lüb Sahipleri’ni tanıtıyor. Bu hayatların farkını Lüb sahipleri “gözleriyle görür gibi” görürler ve onu size “gözünüzle görüyor gibi” anlatırlar, Lüb sahipleri bunu yapabilir. “Öyleyse, onların bu özelliklerini öğrenin, örnek alın” diye bize bir yol gösteriliyor.
Özellikleri nelerdir, Lüb sahipleri ne yaparlar? Ayet öğretiyor: Onlar Allah ahdi’ni yerine getirirler; yani onlar iyi bir “işittik, itaat ettik” grubudurlar. Allah Ahdi’ni yerine getirmek zaten böyle olur. Onlara hiçbir şey söylemezsiniz, yine de durmadan “işittik, itaat ettik” derler… “İşittik, itaat ettik” zikri ve yaşantısındadırlar, daima. Bu, en zâhirî hayat tarzı için de böyledir, daha bâtınî manalara gittiğimizdeki ileri hayat tarzlarında da böyledir. Dolayısıyla İŞİTTİK ve İTAAT ETTİK demek; “zâhirî olandan bâtınî olana kadar bütün manalar, ancak daima “Billahi” kapsamındadır” demektir.
“Onlar Miysak’ı (fıtratlarını) bozmazlar.” MİYSAK; Allah fıtratı üzere, söz verdiği halidir. Ahseni Takviym ile ona verilmiş olan Allah’ı hakkıyla bilebilme özelliğini taşıyan fıtratı, dȗniHİ algı yüzünden örtülmüştü. İşte, Lüb sahipleri bunu fark eder ve o fıtratın dȗniHİ algı yüzünden bozulmasına izin vermezler; onu saf tutarlar. Kur’an talibe bu özellikleri anlatırken “sen de böyle yap” diyor.
Onlar miysaklarını, fıtratlarını bozmazlar, saf tutarlar; çünkü onlar “Kâlȗ belâ, şehidnâ” demişlerdi: “Evet, Rabbimizsin ve buna şahit olduk.” Verdikleri bu sözü daima takip ederek fıtratlarını devam ettirirler. Bu amaçla ne yaptıklarını da Ra’d Suresinin bir başka ayetinden öğreniyoruz ki, bu bizim için önemli ve dikkat edilmesi gereken bir noktadır: “… Seyyie’yi Hasene ile yok ederler.” (Ra’d-22)
Meal ve tefsirlerde en zahiri manadan başlayarak bu ayetin meallerini ve açılımlarını görürsünüz. Hepsi doğrudur, ama idrakımız için bazen yeterli olmayabiliyor. Günümüzün çok önemli sözü var; evet ama yetmez, doğru ama yetmez. “Nasıl yetmez, neden yetmez” şimdi onu bu ayetteki tanımlarla görelim. Seyyie ve Hasene! Siz, Seyyie’ye kötü/çirkin, Hasene’ye güzel/iyi diye meal verirseniz ayetten alınması gereken sonuç çıkarılamaz. Ki genellikle böyle meallendiriliyor: Onlar kötülükleri iyilikle yok ederler. Bu mealler karşısında “çok önemli olan test”imizi yapmalıyız: Muhammedî olmayan birisi bunu yapabilir mi? Meal böyle olursa yapar! Çok dikkat ediniz: Bir Muhammedî olmayan da yapabiliyorsa o Kur’an’ın öğüdü değildir, Efendimiz (SAV)’in öğüdü değildir! Bu size çok önemli bir ipucudur, önemseyin: Kur’an’ın ve Efendimiz (SAV)in öğüdünü yalnızca Muhammedî’ler yapabilir. Çünkü, onu yaparsa kişi Muhammedî olur, o zaman Muhammedî olacaktır. “Hem Muhammedî değil hem Kur’an’ın dediğini yapıyor” gibi bir durum mümkün değil, olmaz! Öyle bir şey yoktur! Ama öyle bir meal yazılmış ki, o orada yazılanı yaşıyor, yapıyor. Olmaz, böyle meal yeterince doğru olmaz. “Onlar kötülükleri iyilikle yok ederler”, demek ki onlar Polyanna gibiler. Öyle değil bu yol, bu iş öyle değil. Bir imanlı için o cümle de doğrudur, ama başlangıç o değildir. Şimdi paylaşmaya çalıştığımız “algı” değişikliğinden sonra o meal de doğrudur.
“Onlar Seyyie’yi Hasene ile yok eder”i Muhammedî manası ile şöyle anlamaya çalışalım: SEYYİE, özellikle dȗniHİ algı ile yapılmış olan şeylerin hepsidir. HASENE ise, Billahi algı ile yapılmış olanlardır. Çünkü tek sermayemiz “algı”dır. Böyle yaklaşınca ayet diyor ki: Onlar Seyyie’yi, yani dȗniHİ algının ürettiklerini Hasene ile, Billahi algı ile yok ederler. Bunu öğrenen sen, hayatında “seyyie” olan dȗniHİ algı ve zann’larından çıkan fikir, düşünce, arzu, istek, heva, heves, fiil ne varsa onları Billahi algı ile silmeye başladıktan sonra, ayrıca normal hayatta insanlarla olan ilişkinde de bunu prensip edinirsen yine “güzel” bir şey yapmış olursun. Ama bu algı değişikliğinden sonra! Sen, bu dȗniHİ algıyı silmeye gayret etmiyorsun, ama “ben kötülükleri iyilikle siliyorum” diyorsun. Eğer böyle yaparsan sana o zaman, yaşadığın dȗniHİ algının dünyasında “salak” derler. Onun için, o dünyada oluşmuş bir söz, bir kural vardır: Kazık yemek istiyorsan merhamet et! Bu onların dȗniHİ dünyasının sözüdür. O yaşantıda insanlar bu yüzden birilerine iyilik yapmazlar, yapmaya korkarlar. Sen öyle bir ortamda “kötülükleri iyilikle yok etme”ye çalışırsan gününü görürsün… Oranın kuralı “ben varım demektir, ben en üstünüm” demektir ve bunun gereğini yapmaktır. Allah muhafaza etsin, orada küfür yarışı vardır. Eğer o dȗniHİ algı dünyasında yaşayacaksan oyunu oradaki küfür yarışına göre oynayacaksın. Ama sen futbol oynamaya girmişsin, topa elinle değiyorsun, olmaz. Orada kural neyse oyunu kurallarına göre oynayacaksın. DȗniHİ algı ve zann’larının “Varım ve Muhtarım” yarışı yapılan dünyasında sen “kötülükleri iyilikle yok” edemezsin. Böyle bir gayrete girersen seni; “Ferrari’sini satmış adam” diyerek yalnızca anarlar, işte o kadar. Bir salak olursun. Bu anıştaki nüansa da dikkat edin: Bağışlayamamış da satmış! Vazgeçip gidememiş yani! Kitabın ismini bile doğru koyamıyor, çünkü dȗniHİ algıda!
Dolayısıyla: “Seyyie’yi Hasene ile yok ederler” kuralı DȗniHİ algıyı Billahi algıyla silmek, yok etmektir. Ayetten bu kuralı fark edip yaşayanların Lüb sahipleri olduğunu görüyoruz.
- “DȗniHİ algı”yı tanıyarak başladık. DȗniHi algı, insanın kendisini, Allah’ın dışarısında “müstakilen var ve muhtar” zannederek böyle bilmesidir ki: İnsan bu algısı için bir gayret göstermez, olay kendiliğinden yürür.
Kurtuluş için tespit ettiğimiz yöntemin ilk maddesinde dȗniHİ algıyı Billahi algı ile silmemiz gerektiğini gördük. Silmemiz, kurtulmamız gereken algının kendiliğinden su gibi aktığını bilmek ve takip etmek ve o algıyla mücadele etmede ve o mücadeleyi sürekli kılmada önemlidir; yani tanımak ve önemsemek şarttır.
- “Billahi algı” için ise özel bir gayret göstermek gerekir. Ayrıca, “Billahi algı” kesintisiz yürütülebilmelidir. Ancak; bu durumda Fuad, Billahi algının tesiri altında kalabilir ve sonuçta Fuad Billahi algıyla bağlanabilir. Kulun “Billahi anlamda gayreti” demek; o kula Rabbi destek verecek demektir. Buyuruyor:
“Kulum bana yürürse, Ben ona koşarım.” (Hadis-i Kudsi)
“O halde zikredin BEN’İ (ki), zikredeyim sizi. Şükredin bana. Ve (sakın) küfretmeyin.” (Bakara-152)
Bize bu kapsamda bir yöntem öğretiliyor: Zikredin Ben’i ki, sizi zikredeyim. Eğer Ben’i hatırlarsanız sizi hatırlarım, Ben’i anarsanız sizi anarım. Ben’i unutmazsanız sizi unutmam.
“Kulun Allah’ı zikretmesi” ne demek ki? Ve “Allah’ın kulunu zikretmesi” nedir, nasıl bir şeydir acaba? Ve bu ikisi kıyaslanabilir mi? Bu öyle bir şeyi bize müjdeliyor ki: Eğer siz Billahi algıya girerseniz, Ben de sizi zikrederim…
ALLAH’I ZİKRETMEK kesinlikle Billahi algı demektir; bunun başka bir yolu, başka bir yeri, başka bir kelime ile tanımlaması yoktur. Bizim kul olarak dünyada “Billahi algı”dan başka zikrimiz olmaz. “Billahi algı” ile gelen ikramı fark edin: Eğer siz DȗniHİ algıdan kurtulur da Billahi algıya girerseniz Ben de sizi zikrederim, Ben de sizi anarım, Ben de sizi umursarım.
“Şükredin bana. Ve sakın küfretmeyin.” Şükretmek; her şeyi Allah’tan bilmek olduğuna göre “ŞÜKREDİN” uyarısı “her şeyi Ben’den bilin” demektir: Ben’den bilin! Ben’i anmaya başladınız ve Billahi algıyla meşgulsünüz. Bu algıyla beraber size ulaşanları DȗniHİ güçlere bağlamayın; size ulaşanı, verileni, geleni DȗniHİ algı sonucu başka güçlere, başka sebeplere bağlamayın. Ve sakın KÜFRETMEYİN! Sakın DȗniHİ algıya yaklaşmayın!
Bakara-152 bize, gayret ettiğimiz zaman yardımın açılacağını, böyle bir müjdeyi hissettirir. Enfal Suresi ise bize bu müjdeyi açıklar: “Ey, iman edenler! Eğer Allah’tan ittika ederseniz (fıtrî ahdinize ve Rasulullah ile size ulaşanlara sahip çıkarsanız, hıyanet etmezseniz) (Allah) sizin için FURKAN (Hakk ile Batıl’ı hızla ayırt eden ve Hakk’tan yana davranan akıl) oluşturur, Seyyie’lerinizi siler ve sizi mağfiret eder. Allah, Zül fadlil Aziym’dir.” (Enfal-29)
Billahi algı için özel gayret göstermek gerektiğini ayetlerden görüyoruz: “Ey, iman edenler! Siz Allah’tan ittika ederseniz..” buyruğu bu gayretin ne olduğunu somutlaştırıyor: İttika etmek! Bu çağrı Kur’an-ı Kerim’de o kadar çok geçer ki… Önemi yüzünden onu anlamamız, fark etmemiz gerekiyor. Şimdi onu içinde yaşadığımız hayattan bir örnekle anlamaya çalışalım: Birisine bir konuda söz verdiniz. Söz verdiniz ama bir türlü de yerine getiremiyorsunuz. Oysa vaadiniz var, vaadinizle ilgili bir zaman var ve verdiğiniz söz de önemli. Yerine getiremediğiniz bu söz yüzünden onunla karşılaşmamaya çalışıyorsunuz, ama karşılaştınız. Ne yaparsınız? Sözü yerine getirememişseniz sakınırsınız, ondan çekinir, utanırsınız, bir an önce de o sözü yerine getirmeye çalışırsınız. Bu halinizle siz ondan ittika ediyorsunuz demektir. Kur’an’ın “İttika edin” dediği de bu duruma benzer gibidir: “Söz verdiniz, sakının. Bana söz verdiniz, ona göre edepli durun” manasını taşır, en fazla bu manadadır. İttika etmek, o verdiğimiz sözle ilgili olarak Allah’tan öyle bir sakınmaktır ki.. Kul böyle bir ittika ile yaşama gayretine girmişse o zaman müjde verir: Ey, iman edenler! Eğer Allah’tan ittika ederseniz; yani fıtratınızda işlenmiş olan o sözünüze, ahdinize sadık davranırsanız, o sözle ilgili olarak Rasulullah ile size ulaşanlara sahip çıkarsanız, desteklerseniz, o gelenlere hıyanet etmezseniz Allah sizin için FURKAN oluşturur. “Furkan” Allah’ın çok önemli, çok güzel bir hediyesidir. Bu öyle bir şeydir ki: Eğer size Furkan lutfedilmişse, ne duyarsanız duyun, ne ile karşılaşırsanız karşılaşın o Hakk mıdır, Batıl mıdır hemen anlarsınız. Bu ilk kez duyduğunuz, gördüğünüz yeni bir bilgi, bir fikir, bir arzu, bir iş olabilir ve o bir yerlerde yazılı da değildir; ama sizde Furkan oluşmuşsa o Hakk mı, Batıl mı hemen anlarsınız ve davranışınız kendiliğinden Hakk’tan yana olur, Hakk tarafa uygun fiil ortaya koyarsınız. Ayetin müjdelediği budur: Eğer ittika ederseniz böyle bir akıl size verilir! Allah size öyle bir akıl verir ki; onunla hayatınızdaki dȗniHi ve Billahi olanları anlarsınız ve vücudunuz otomatik bir şekilde Billahi fiile kayar, kendiliğinden… Bunu yapan “Furkan Sistemi”dir. İşte siz o gayrette olursanız Allah size bu Furkan’ı ikram eder, verir. “Gayret edersen, kıpırdarsan, kalkar ve davranırsan yardım edecektir” diyorduk değil mi, o cümleyi ayetlerden öğrenip paylaştığımızı fark ettiniz mi?
Müjde henüz bitmedi: Furkan’ı verir, ayrıca dȗniHi oluşturduklarını da senin için siler; onları da bağışlar, mağfiret eder. Ve sonuçta Zül Fadlil Aziym olan Allah senin dȗniHi algını da siler…
- Eğer, bir gayretle oluşturulan Billahi algısının beyindeki izi dȗniHi algıdan daha derinde olmazsa, fiiller dȗniHi algıya göre şekillenir, “Billahi algı” beyinde bilgi olarak kalır. “Biliyorum ama uygulayamıyorum” sonuçlarıyla karşılaşırsınız.
Bu madde işi çok önemsememiz için bize onun mekanizmasını anlatıyor ve yapmamız gerekenleri tekrarlıyor: Gayret et, sabırlı ol, işi önemse ve üstüne git, mutlaka derin bir iz yap! Eğer derin iz yapmazsan, konuyu iyi bildiğin halde, sorulduğu zaman da bir bilgi yarışmasına katılmışsın gibi cevabı söylediğin halde senden öyle fiiller çıkmaz. O zaman senin için “söylediğiyle yaptığı uymuyor” derler. Aslında, en başta bunu kendine kendin söylersin. Neden? Çünkü oluşturduğun dȗniHi iz, yeni oluşturmaya çalıştığın Hakk izden daha derinde.
- Billahi algıda insan eğer gerçekten o algıyla meşgulse o algı içerisinde bilir ki; Allah’ın dışı, dışarısı diye bir şey söz konusu değildir. “Allah’ın dışarısı” konusu zihinden çıkarılınca, “müstakilen var ve muhtar” olabilecek varlık iddiaları kendiliğinden düşer.
Eğer siz zihninizden “Allah’ın dışı, dışarısı var”ı silebilirseniz ki; sileceğiz inşaAllah, onun yolunu, yöntemini görüyoruz, işte o zaman “dışarısı” diye zannettiğiniz yerde oluşturduğunuz, rol verdiğiniz herşey kendiliğinden düşer, sizin onları artık tek tek silmeniz gerekmez; kendiliğinden silinir.
Yine insan bilir ki; kendisi de, bütün yaratılmış kullarda İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretidirler ve İlmullah’ta “var gibi” görünenlerdir.
Ve yine insan bilir ki; var görünen bu haline “BEN” demesi, Allah’ın BEN demesinden insana verdiği “Sen de ‘Ben’ diyebilirsin” yetkisidir. “İzzet’in Allah’a ait” olduğunu paylaşırken gördüğümüz bir ayeti şimdi yeniden hatırlayalım:
“Kibriya (Benlik) Semavat’ta ve Arz’da O’na aittir. O Aziyzül Hakiym’dir.” (Casiye-37)
Dolayısıyla: İnsanın “BEN” demesi bu çerçevededir. Billahi algısında “BEN” böyle söylenir. Billahi algıda olan da düşüncesinde, hayalinde, zannı ve yaşantısında “BEN” der, dȗniHi algıda olan da! Billahi algıdaki kul bilir ki; bu “BEN” demesi, Allah’ın kendi “BEN” deyişinden ona verdiği bir izindir, “Sen de bu haline ‘Ben’ diyebilirsin” yetkisidir.
Dolayısıyla: Önemli olan mesele “BEN” kelimesini telaffuz edip etmemek değildir ve bununla uğraşmak boş iştir. Önemli olan; “BEN” diyebilmek için neye sahip olman gerekiyor, onu bilmendir. Bir kişinin “BEN” diyebilmesi bir sonuçtur. Sende ne var ki senden bu sonuç çıkıyor ve “BEN” diyebiliyorsun? Bu sonucu çıkarabilmen için sende ne var acaba? Bir bak bakalım ona… Bu konuda bütün bulunması gerekenleri içeren en önemli mesele budur. Sende ne var ki, Allah sana “BEN” dedirtiyor. Kul, kendisindeki ne ile “BEN” diyor? İncelediğinde bak bakalım; nasıl “BEN” diyorsun? Şu cümle başlangıç için çok yumuşak bir alt sınırdır: “Sana Sen de “BEN” diyebilirsin yetkisi verilmiştir, bu yüzden “BEN” de.
- Beşinci madde kapsamında “İnsan bilir ki” diyerek yöntem olarak sıraladıklarımız için kurtuluş yöntemimizin altıncı maddesi ve önemli noktası şu açıklıyor olduğumuzdur: “İnsan bilir ki” dediğimiz bu bilgiler, “Billahi algı”da aynı zamanda mutlaka bir hayale dönüştürülerek zihinde devamlı tutulmalıdır.
Mutlaka bir Billahi hayal. Talibin başka bir hayali olmayacak. O bütün bu anlatılanları hayale dönüştürecek ve sürekli o hayal zihninde olarak yaşayacak! Çünkü bu iş algı işidir, malzememiz yalnızca algıdır ve hayal bunun önemli bir yanıdır. O mutlaka bir Billahi hayalle yaşayacak: “Ben İlmullah’ta Allah’ın dileğinin sureti olarak var görünenim. ‘Ben’ deyişim, O’nun “BEN” deyişinden bana verdiği bir yetkidir. Allah’ın dışarısında, dışında, “müstakil var ve muhtar” bir varlık değilim”i bir hayale, kendince bir hayale dönüştüreceksin ve sürekli zihninde bu hayali devamlı tutacaksın. Öyle tutacaksın ki bu hayali ve öyle kuvvetlendireceksin ki; bu hayale göre davranmaya başlayacaksın. Bu hayal çok önemli bir ZİKRULLAH’tır. Zihninde başka bir şey ve elinde tesbih, olmaz! Yalnızca tesbih tutma sevabı alırsın. O tesbihte söylediklerin neyse, hayalinde onu mutlaka yapabilmelisin ki o da bu söylediğimizdir. Bunun dışındaki bir şey dȗniHİ algı kapsamında olur.
Billahi hayal kurmak şarttır. BİLLAHİ ANLAMINDA HAYAL KURMAK ise; Allah’ta, Allah’la, Allah’tan olan bir yaşantının, bir kul olmanın hayalini kurmaktır. Özellikle salatta mutlaka böyle durabilmek gerekiyor, mutlaka. Bunun için de Biiznillah gayret, gayret, gayret…
- Ayrıca talib; “Billahi algıda mıyım, yoksa dȗniHİ algıya mı düştüm?” diye devamlı bir test uygulamalıdır. Ve DȗniHİ algıya düşerse, o düşüşüne ve düşüşlerine kuvvetle buğz etmelidir. Ve derhal Billahi algıya, hayaline dönmelidir. Billahi algı hayaline bürünüp düştüğü dȗniHİ haline levm etmelidir, tövbe etmelidir ve dua etmelidir. Yani: “Levm, Tövbe, Dua” üçlü mekanizmasını çalıştırmalıdır.
Bir yöntem olarak bu anlattığımız, normal yaşadığımız hayatta başka kelimelerle ifade ettiğimiz ve günlük normal yaşantımız içerisinde yaptığımız şeylerdir. Yaşadığın hayatta bir konuda başarılı olmak istiyorsan bunları zaten uyguluyorsun, o yaşantıda bunları fark etmeden kendiliğinden yapıyorsun. Basit bir örnek verelim, bir öğrenci sınıfın birincisi olmak istiyor. Yolu nedir? Bir: Önce sınıfın birincisi olamadığı için çok ciddi rahatsız olacak. “Birinciyim veya değilim” rehavetiyle bu olmaz. Rahatsızlık en önemli ilk şarttır. Bu örneği verince yanlış da anlaşılmasın; “mutlaka her çocuk birinci olsun” demiyorum, bir örnek vermek için söylüyoruz. Önce çok rahatsız olacak: “Neden birinci olamıyorum, birinci olmalıyım…” Elbette ki konumuz içerisinde bu rahatsızlığı dȗniHİ algıyla değil Billahi algı içerisinde duyacak ve yaşayacaksınız, dȗniHİ yaşarsanız çok yanlış bir iştir, tümü boşa gider… Billahi kapsamında rahatsız oldu, ama rahatsız olmak (LEVM ETMEK) hedefe ulaşmak için yetmez, sonra bir şey daha yapmalıdır. O nedir, ne yapacak? Karar alacak. Bu yolda karar TÖVBE’dir. Kararlı olmaya karar veriyorsun, tövbe ediyorsun. Bu ikisi de yeterli değildir, sonra da kendine bir hedef koyacaksın. Hedef de DUA’dır. Nedir o? Birinci olmalıyım. Böyle deyip o hedefe giden yolların gayretine girecektir. Fark ettik ki bu yöntem, normal hayatta zaten kullandığımız bir teknikmiş; bir işi başarmak için önce rahatsız olmak, sonra karar vermek ve bir hedef sahibi olmak. Şimdi soruyoruz: Bunu normal hayatta yapıyoruz da isimleri değişince niye korkuyoruz, yapamayız zannediyoruz. Rahatsız olmak levm etmektir, karar vermek tövbe etmektir, hedef koymak dua etmektir, öyleyse niye korkuyoruz? Eğer; rahatsızlık, karar ve hedef işini Allah’la ilişkilendirirsen anlarsın ki: Levm etmek, “Allah’a karşı yanlışım” rahatsızlığıdır. Tövbe etmek, kendine “bir daha yapmamalıyım” deyip karar vermektir. Sonra da dua ederek Allah’tan Billahi algı hayalinle, hedeflerinle ilgili nusret, ikram ve lütuf talep edersin: “Allah’ım şöyle yapayım, böyle yapayım, bana yardım ediver” demekle hedefini oluşturdun ve istiyorsun. Bu bir mekanizmadır; Allah ve sistemi hakkındaki yanlışına, dȗniHİ algı haline hemen levm etmek ve tövbe etmek ve dua etmek. Bunu çalıştırmalıyız… Bu paylaştıklarımızı kişi önemser de alışkanlık edinirse, bir ileri hali fark eder:
- “Billahi algı”nın bilgisi ve hayali ve uygulanan test, insanı “Daima Allah Huzuru’nda” tutar. Elbette bu da hayaldir, bir zann’dır, ama bu Hakk zann’dır. Siz bu anlatılanların gereğini yaşayınca artık daima Allah huzurunda olursunuz. Aslında onu zannedersiniz. Siz o zannla yaşamaya başlayınca Allah’ın Huzuru’na yeni geldiniz zannedersiniz. Oysa bütün kulları zaten daima Allah huzurundadır. Öyledir ama, bu gerçeği başlangıçta insan hayalen/zannla gerçekleştirir ve çok önemli bir makam başlar.
Bu zann, bu hayal önemlidir. Eğer siz bu hayalle Allah’ın huzurunda olmaya başlarsanız, daima ve Billahi algıdaysanız, önemli bir olayın, önemli bir mertebenin başlangıcına gelmişsiniz demektir: İHSAN MAKAMI. Siz o zaman İhsan makamını yakalıyorsunuz demektir. Ve İhsan Makamı, İhsan Hali ancak böyle başlar.
Ayetlerle yaptığımız bir laboratuar çalışması vardı, Hz. Musa aleyhisselam’ın firavun önündeki halinden bir kesit görmüştük. Şimdi de Yusuf Suresi’nden göreceğiz. Yusuf Suresi de farklı bir özellik taşır. O özelliği sure başlarken özellikle üçüncü ayetinde Rabbimiz bize söyler: “Kıssaların en güzelini sana kıssa ediyoruz” der ve yedinci ayette de şöyle buyurur:
“And olsun ki; Yusuf ve Kardeşleri hakkında, sual edip isteyenler için ayetler vardır.” (Yusuf-7)
O günün şartlarında daha çok Efendimiz (SAV)’i kendilerince köşeye sıkıştırmak amacıyla yahudiler ve diğer müşrikler sorular oluştururlardı. Günümüzde ise; Billahi anlamda çözülmesini istediği soruları olan varsa, şüpheleri değil de soruları olan varsa ve bu kapsamda ne tür sualiniz varsa cevaplarını Yusuf Suresi’nde bulursunuz.
Yusuf Suresi aslında neyi de anlatıyor? Zahiren anlattığı Yusuf ve Kardeşleri’dir. Hz. Yusuf aleyhisselam ve kardeşlerinden Hz. Bünyamin aleyhisselam bir annedendir, diğerleri başka annedendir ve bize ders olacak kesitlerle sure onları anlatır. Sureye konumuz açısından baktığımızda olaylar tamamen Billahi algı ve dȗniHİ algı özelliklerini sergilemektedir. “DȗniHİ algı ve zann”larının oyunlarını, kumpaslarını, heva ve heveslerini “diğer kardeşleri” üzerinden anlatılıyor görürüz, “Billahi algı”yı da özellikle Hz. Yusuf aleyhisselam ve anladığımız kadarıyla kardeşi olan Hz. Bünyamin aleyhisselam üzerinden açıklanıyor buluruz:
“(Yusuf) ergenlik çağına erişince ona bir hüküm ve ilim verdik. Muhsinleri işte böyle mükafatlandırırız.” (Yusuf-22)
“Muhsin” kelimesini özellikle kullandık; ihsan sahibi; muhsin. Bu kelimeyle Kur’an’da çok karşılaştığımız için bir onarımda bulunmak istiyorum: Meallerde genellikle “muhsin” yerine “güzel davranan” gibi ifadeler yazılıyor; “güzel davrananları böyle mükafatlandırırız” gibi yazılıyor. Peki, o yazılan Muhammedî midir? Siz öyle meal yazdığınızda İslam’da olmayan kişi de kendince güzel davranıp mükafat bekleyebilir. “Muhsin” başka bir manadır; ihsan sahibidir ve Billahi algıdadır, hayatında Billahi algıda olandır. Billahi algıda “nereye bakarsa O’nu görerek yaşıyordur. Muhsin neye bakarsa önce Allah’ı, sonra Allah’ın o surette ne yarattığını görendir. Şimdi bu tanıma göre siz ihsan sahibine “güzel davranan” deyip geçebilir misiniz, doğru olur mu?
Ayetten edindiğimiz önemli sonucu geldiğimiz yerden okuyalım: Eğer sen Billahi algıyı sürekli yaparsan, sürekli Fuad’a onu pompalar da bu hayali oluşturursan Allah’ın huzurunda olursun, bu idrakta olursun. Böylece İhsan Sahibi olmaya başlarsın. Yusuf-22’den ihsan sahipleri ile ilgili olarak öğreniyoruz ki: “Allah İhsan Sahipleri’ni hemen mükafatlandırır. Eğer bu Hakk hayalle yaşamaya devam ederseniz, Biz İhsan Sahiplerini mükafatlandırırız.” Bu ilk ikramdır, başka mükafatlar da gelecek.
Hazreti Yusuf aleyhisselam ile ilgili şu hissettirme de dikkatimizi çekmelidir: Ayet bize “Yusuf ileride ihsan sahibi bir muhsin olacaktı, onu bu yüzden mükafatlandırdık” demiyor. O zaten Muhsin, öyle doğmuş ve Billahi algıda yaşıyor, ama farkında değil. Nasıl, biz dȗniHİ algıda yaşıyoruz farkında değiliz, o da Billahi algıyla yaşıyor farkında değil. Hazreti İsa aleyhisselam örneğini ders yaptığımız ayetleri hatırlayın lütfen: Billahi algıda yaşıyor; o da kendiliğinden muhsin, ihsan sahibi. Bu ayetten de Yusuf aleyhisselamın doğuştan Billahi algıda bir muhsin olduğunu anlıyoruz, anladığımız şeyin birisi budur: Algısı bizden farklı.
Yusuf-22. ayetin bize müjdesi bu yüzden şudur: “Biz sadece Yusuf’u mükafatlandırdık” denmiyor; “Biz muhsinleri mükafatlandırırız.” Dolayısıyla: Tanımladığımız şekliyle İhsan Makamı’nı önemsersek, “bunlar başkasının işi” demezsek, o zaman bu mükafatların kapısı bize açılır. Dikkat edin, ayet bize “bunlar başkasının işi, bunlar başkasının özelliği (hayat tarzı)” demiyor: “Bunlar muhsinlerin işi, bunlar sizin işiniz” diyor.
“…Biz böylece ondan kötülüğü ve fahşa’yı uzak tutarız. Çünkü o ihlaslı kullarımızdandı.” (Yusuf-24)
Bu ayetten, Hazreti Yusuf aleyhisselamın başına gelen olaylar içerisinden onun nasıl kurtarıldığını görüyoruz: İhlaslı kullardan olduğu için mükafatlandı, korundu.
Önceki ayette ihsan sahibi “muhsin” ile, burada ise “ihlaslı kul” ile karşılaştık. İhsan sahibi gibi İhlas’ın manasına da bir kaç cümleyle hemen, yerinde bakalım: İhlas “samimiyet” demek değildir ve bu yaklaşım tamamen yanlıştır. Muhammedî olmayan birisi bir işi yaparken samimi olamaz mı? “Şu işi ihlaslı yap” denildiğinde “samimi yapmak” anlaşılırsa bu yüzden doğru olmaz. Bu konudaki iki ipucunu değerlendirelim. Bir: Önce yapılan tanımlamanın Muhammedî olup olmadığına bakacağız. Görüyoruz ki değil. Çünkü başkası da bunu yapar, kendince daha samimi de yapar. İki: Bu tariften bir amel çıkıyor mu? Dikkat ediniz, Allah’ın söylediğinden amel çıkar. Oysa buradan bir amel çıkmıyor. “Samimi yap” denildiğinde deyin ki, haydi bana bir tarif et de öyle yapayım. Çünkü herkes “samimiyim” diyor. Bir bakın çevrenize, “samimi yapmadım” diyen birisi var mı, yani “ayranım ekşi” diyen var mı? Bu yanlış tarif yüzünden herkes kendisini “ihlaslı” zannediyor. “İhlas, samimi olmaktır” meali yanlış olduğu için, herkes samimi/ihlaslı. Değil! İHLASLI kişi halis kişidir, yaptığı işe “DȗniHİ” karışmamıştır. İşi o kadar halis ki hep Billahi, hiç DȗniHİ yok… Ve Hazreti Yusuf aleyhisselam öyle bir Billahi anlamda ki; o bir muhsin/ihsan sahibi. O kadar Billahi anlamda ki; duygu ve düşüncelerine, arzu ve heveslerine, hal hareket ve davranışlarına DȗniHİ algı ve zann’ları girmiyor; işte HALİS KUL! “Halis zeytinyağı nasıl olur?” denince biliyoruz: İçine başka yağ karışmamış olan! İşte bu da öyle: Halis müslüman nasıl olur, o kimdir? İçine küfür karışmamış olandır, samimi olan değil! Samimiyet ne demektir ki? Bir kere ondan bir amel çıkmıyor. Tarifi doğru yapıldığında “ihlas”tan bir amel çıkarırsın, işte şimdi kendine bir amel çıkarabilirsin: DȗniHİ algı ve zann’larından uzak yaşayacağım. Ayette Yusuf aleyhisselam için “O ihlaslıydı” denirken bu anlatılıyor ve böyle ihlaslı kulların korunup kurtarılacağı, onların kötülük ve fahşa’dan uzak tutulacağı müjdeleniyor.
Öyleyse: Bu geldiğimiz noktada ayetlerden öğrenmiş olduk ki; biz bu yola böyle devam edersek, sırf hayaliyle bile gayret ettiğimizde bize mükafatlar vardır. Çünkü, Talib bu söylediklerimizle şu ayet kapsamına girer:
“…O halde nereye dönerseniz VECHULLAH oradadır. Muhakkak ki; Allah Vâsiun Aliym’dir.” (Bakara-115)
Billahi anlamda yaşamaya, o idrakta tutunmaya kendisini zorlayan birisi, başlangıçta zorlamayla da olsa, nereye dönerse (Allah’ın dışı/dışarısı olmadığına göre) Vechullah’ı görür. Vechullah’ı görmek önce şöyle başlar: Allah’ın Emri’ni görür, Talib önce onu görür. Ne varsa… Bu yüzden önce de ki; ne varsa bunu Allah emretmiştir, bunun sahibi Allah’tır. Önce emr’ini görürsen sonra vech genişler, vech’in vechi genişler. Yeter ki bir yerinden tut onu, yeter ki, bir yerinden vech’e gir… Talib bu noktaya geldiğinde artık o ne yöne dönerse, nereye bakarsa böyledir. Bu öyledir ki; kesret aleminde en zahiri manada insanın bir yere/yöne dönmesinden, mekansızlık hali neyse oraya kadar (bilir ki) DȗniHİ bir vech yoktur, herşey Billahi…
Bakara-115 bir esma ile tamamlanıyor; Vâsiun Aliym. VÂSİ; DȗniHİ bir vech yok demektir: Muhakkak ki; Allah, Vâsiun Aliym’dir. Allah Vâsi’dir esması her yeri kaplamıştır, kaplayandır, boşluk yoktur; Vasi… “Her yeri kaplamışlık” dışı/dȗnu yok demektir. Kur’an “Vâsiun Aliym” derken bize yine bu konuyla ilgili bir şeyi öğretiyor: ALİYM: Allah bilir; her yeri kaplamış olarak bilir; Vâsiun Aliym’dir. Nasıl? “Allah’ın bilmesi” dışındaki bir şeyi bilmesi değildir, dışındaki bir bilgiyi bilmesi de değildir. Bildiği kendi ilmidir. Kendisi dışında bir şeyi biliyor değildir, öyle bir şey “yok” çünkü. Onun yokluğunu bize öğretiyor: Muhakkak ki; Allah, Vâsiun Aliym’dir.
Billahi algının hayalini çok önemsemeli ve kendimizi “Billahi algı” halinde tutmak için büyük bir gayretle zorlamalıyız, kendimizi o hayalde yaşatmak için çok zorlamamız gerekiyor… Onu çok önemsediğinizde ve bu gayreti gösterdiğinizde yaşantı ve rüyalarınızda o hayalinizle ilgili onu kuvvetlendiren çok farklı destekler göreceksiniz…
- Ancak: DȗniHİ algı ile varlığına vehmedilen Müstakil ve Muhtar GÜÇ hayalinden kurtulmak için “VE LA HAVLE VE LA KUVVETE İLLA BİLLAH” zikrullahı yapılarak DȗniHİ Güç iddialarını ret etmek ve silmek gerekir.
Yöntemlerimizden birisi artık bir “Zikrullah” cümlesi oldu. Bunlara “zikir” çalışmaları denir, ama doğrusu “Zikrullah”tır. Başka öğretilerin de zikirleri var, Muhammedî yolda onun adı Zikrullah’tır; Allah’ı zikir, Allah’ı anmak, Allah’ı bilmek; Allah’ı unutmamak’tır. EN ÖNEMLİ ZİKR Allah’ı unutmamaktır.
Başlangıçta; düşüncelerinizde, fikirlerinizde, hayatınızın neresinde filiz veriyorsa “DȗniHİ olan bir güç varmış” algısını fark edip siliyoruz. Çünkü işimiz algıyla. Mesela gün içerisinde biriyle konuşuyorken baktınız ki, ona DȗniHİ bir güç öneriyorsunuz, yani onu Allah’tan uzaklaştırıyorsunuz. Bir an dalınca kendinizi böyle bir konuşmanın içinde buldunuz. Bunları silmek için “testi kırılmadan önce” kendimize onun dersini vermek lazım. Kırılınca iş ayrıdır… Siz kırılmadan bunu yapın ki; onun yolu, “Ve La havle ve La kuvvete illa Billah”tır. Artık işimiz yalnızca algı. Billahi bir iz için DȗniHİ algıda neler varsa sileceğiz. DȗniHİ algıdaki tüm güçlere La havle ve La kuvvete! “İlla Billah” ile Billahi hayalimize döneceğiz. Bunu çok önemseyerek ve daima yapacağız. Sonra da “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasıyla ilahlık makamında bulunmayı “LA İLAHE İLLALLAH ve LA İLAHE İLLA HU” Zikrullahı ile reddedeceğiz. Sabırla ve devamlı! Sonuca bakmadan devamlı Zikrullah… Böyle uyumak, hemen aklınıza gelince bunlara devam etmek, devamlı bu hayaller ve bu zikrullah ile yaşayacağız.
“La havle ve La kuvvete İlla Billah” ile tüm DȗniHİ güçleri sildik, “La ilahe illallah/La ilahe illa HU” ile DȗniHİ varlık ve ilahlık iddiasını reddettik.
- Billahi algı ve gösterilen bütün gayretler, öncelikle DȗniHİ algıyı yenmek içindir. Çünkü DȗniHİ algı sıfırlandıktan sonra ALLAH lutfederse biiznillah, artık “Billahi” anlamı, algı olmaktan kurtularak ikan halinin ilk basamağına ulaşır, Talib artık onu “hayal” etmekten kurtulur; “Aslı”yla karşılaşır. Billahi algı “gerçek var”ın algısı olduğu için “gerçek var” konusunda Talib nefsini mutmain bulmaya başlar ki; böylece, algısı olmayan ve ikan sistemine dayalı yeni bir hayat tarzı başlar. Bu yeni hayat tarzı, yeni ve çok farklı bir konu olarak yürür…
Kurtuluş Yolu yöntemimizi on madde halinde paylaştık. Şimdi talibiyle, uygulamada önemli ve dikkat edilmesi gereken bazı hususları görelim.
Bir imanlının karşılaşmak istemediği olaylara “musibet” gözüyle bakması doğaldır. Musibet’in iyi anlaşılması ve mücadelemizde ondan yararlanmak için şimdi onunla ilgili dört temel tanımlama yapacağız, musibetle ilgili dört ana nokta için dikkat çekeceğiz:
BİR: “Musibet” denildiğinde birisi şudur ki; Amentü Billahi demiş olanın, Billahi algı gayretinde olanın, Billahi anlamında iman edenin karşılaşmak istemediği olaylar onun için musibettir, musibetin bir tarifi budur: İmanlının karşılaşmak istemediği olaylar o kişiye göre musibettir.
İKİ: Oysa: İnsanın başına gelen en önemli musibet “DȗniHİ algı”dır. “Esas Musibet” kişinin kendisini içinde bulduğu DȗniHİ algıdır.
ÜÇ: Şimdi musibetin ne olmadığı üzerinden bir başka tarif yapıyoruz. DȗniHİ algının bir musibet olduğunu fark eden, artık musibet olarak bunu gören bilir ki; musibet Esfele Safiliyn’in hoşuna gitmeyen şeyler değildir. Öyle zannediliyor ama değildir, bu yaklaşım Kur’an’a uygun da değildir, yanlıştır. Çünkü; DȗniHİ algıda yaşayan Esfele Safiliyn bir kişi, o algı ve zann’larıyla yaşarken beğenmediği, arzu etmediği şeylere “musibet” diyor ve o musibetlerle ilgili de Kur’ân’da çare arıyor. Kur’ân onun musibet diye anladığına musibet demiyor ki. “Senin her halin musibet” diyor. Diğeri musibet içinde musibettir.
DÖRT: Hal böyle olunca; yani, musibet dediklerinin gerçek musibetle ilişkisinin olmadığını, asıl musibetin DȗniHİ algı ve zann’ları olduğunu anlayan Talib Kur’an’a döner, ondan bir çare arar. Ve bulur inşaAllah.
“B” imanında olanın musibet dediklerini tanımladık. Billahi algıda olan kul karşılaşmak istemediği şeylere musibet gibi bakar, ama Billahi kapsamında olduğu için Rabbi ona çok destek verir. Bu yüzden de o hal onunla Rabbi arasında çok ayrı bir muhabbettir. Bu iş için Allah “Kulum neyi sevmiyorsa Ben onu sevmem” diyor. Fark eden kul için bu ayrı bir iştir, bu o kula göre özel bir muhabbet işidir… Ama bir tarif daha yaptık, dedik ki: Esfele Safiliyn’de yaşayanlar da hoşuna gitmeyen şeylere “musibet” derler. Ancak bu tarif bizi ilgilendirmiyor. Bu da bir tariftir ama bizim için değildir. Biz konumuz olan dȗniHİ algı ile ilgili olan “esas musibet” tarifine talibiz: Başına gelen esas musibetin DȗniHİ algı ve zann’ları olduğunu fark eden Talib, musibetin esas tarifine şimdi ulaşmıştır. Öğrenir ki; musibet, kendisini Allah’tan uzak düşüren her şeydir. Onu ne perdeliyorsa onun için o musibettir; zenginlikse zenginlik, güzellikse güzellik… Fizyonomisi öyle güzel insanlar vardır ki, onunla ulaştıkları ün, şöhret ve hayat tarzları yüzünden Allah’tan uzak düşüyorlar. Çok yakışıklı, çok güzel görülen o insanlara özenle bakanları Hz. İsa aleyhisselam efendimiz uyarmıştır: Neyine özeniyorsunuz, bunların çoğu yanacak! Çünkü onlar o güzellikle perdelenmişler. Hz. Yusuf aleyhisselam’ı da düşünün, o da çok güzel; ama Billahi anlamda yaşıyor, o algıda! Demek ki, Allah’tan uzak düşürmeyen önemli! Allah’tan uzaklaştırıyorsa o musibettir. İnanın ki; bu gerçeği görmüşseniz, ahirette o sağlığı bile istemezsiniz. Seni Allah’tan uzaklaştıranın sağlığın olduğunu ve onun musibet olduğunu görünce onu bile istemezsin… Dolayısıyla, yaşarken bir şeye “şu musibettir” etiketi yapıştırılamaz, adı böyle konulamaz, çünkü herkese göre musibet değişir. Ama genel tarif değişmez: Kulu Allah’tan uzak düşüren herşey musibettir. Ve nihayet kişi dedi ki: Benim için musibet DȗniHİ algı ve zann’larıdır. Hal böyle olunca, kul musibeti öğrenince döner Kur’an’dan çare arar, kurtuluş için yolu ayetlerde arar:
“Onlar ki kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman “İnnâ Lillahi ve innâ ileyHİ râciȗn” “Doğrusu biz Allah’a aidiz ve O’na dönücüleriz” derler.” (Bakara-156)
Musibete karşı bu öğüte dikkat edecek olursak: Onların “İnnâ Lillahi ve innâ ileyHİ râciȗn” demeleri tamamen Billahi algıdır ve sonuç olan da “İkan”dır. Kur’an bize “Billahi algı”yı çare olarak göstermektedir. Yani bir bakıma bize; “Sen dȗniHİ algıdan kurtul, çaren Billahi algıdır” demektedir.
Sorunu ne olursa olsun,Talib kişi sorununu duaya dönüştürüp o manada Kur’ân’a yönelirse, Kur’an’a bakarsa hemen hemen her okuduğu ayetin kendi sorununa cevap olan bir mealini bulur. Şimdi, bu yöntemle bir örnek uygulama yapalım. DȗniHİ algı musibetinden kurtulmak istiyoruz, bu kurtuluşu hedef yapıp, yani duaya dönüştürüp, o gözle Vel Asr Suresi’ne bakıyoruz: “Yemin ederim O Asr’a ki; muhakkak ki, insan bir hüsran içindedir. Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirlerine Hakk’ı tavsiye edenler ve Sabr’ı tavsiye edenler müstesna.” (Asr; 1-3)
“Asr” kelimesinin ifade ettiği birçok manadan birisi de, her insanın kendi zamanı, kendisinin ömrü, ona dünya hayatı için verilen mühletin zamanıdır. İşte bu insan kendisine tanınan bu dünya hayatı zamanı içerisinde bir hüsranın, bir musibetin içerisindedir. Bu musibet o insanın dȗniHi algısı ve ürettiği zann’larıdır. Ancak, bu hüsrandan kurtulmak istiyorsa hüsranına sebep olan algısını silmeli, Billahi anlamında bir iman ve bu imanı sürdürülebilir yapacak Billahi algı sahibi olmalı ve bu idrakına göre de bir hayat tarzı oluşturmalıdır. İnanan kardeşlerine ve devamlı olarak da kendisine “Müstakilen Var olan ve Muhtar olan ancak Vahid’ül Kahhar olan Allah’tır; bu durum onun Hakkı’dır” tavsiyesini, telkinini yapmalı ve Allah’ın, bu dȗniHi algı musibetinden kendilerini kurtarması için vereceği hükmü, sabrla beklemek gerektiğini tavsiyelerine eklemelidir.
Bu amaçla A’raf Suresi 205 ve 206. ayetlere bakalım. Secde ayetidir, inşaAllah fırsat bulduğunuzda secde yapınız.
“Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam Rabbini an. Gafillerden olma. Muhakkak ki, Rabbinin indindekiler O’na kulluk etmekte müstekbir davranmazlar. O’nu tesbih ederler ve O’na secde ederler.” (A’raf; 205, 206)
Bu mealden konumuzla ilgili bir meal kompozisyonu oluşturalım: DȗniHi algı musibetinden kurtulabilme duasıyla Allah’a yalvarırken “dȗniHi algı’da kalmamalıyım” korkusunu da yaşar ve öğrendiği Billahi anlamının haşyetiyle ürperir; sabah-akşam, her an Billahi algı oluşturmak amacıyla Rabbini hep hatırında tutar, Rabbinin huzurunda durur. Böylece, “Rabbinin dışına atılmış algısı”ndan kurtulup Rabbiyle olanlar artık “müstakilen varım ve muhtarım” diyen bir müstakil vech ile Rablerine bakmazlar; “İşittik ve itaat ettik” hayatı yaşarlar. Allah’a “Sen Sübhan’sın” derler ve kendilerinde bu gerçeğe uymayan her şeyden sıyrılarak SübhanAllah’a teslim olurlar.
“SübhanAllah’a teslim olurlar” için bir küçük hatırlatma yapalım: DȗniHi algıda olan birisi, işte o algısı yüzünden İhlas’ı tarif edemez, Muhsin’i tarif edemez, İhsan’ı tarif edemez; SübhanAllah’ı da tarif edemez, Elhamdülillah’ı da tarif edemez. Çünkü dȗniHi algıdan tarif olmaz, hem o algıda olup hem de Allah’ı hakkıyla tarif edemezsiniz. DȗniHi algıda olanın “SübhanAllah” diyeceği hiçbir şey yoktur. “Neye sübhanAllah diyorsun?” diye sorsanız; neden ve neye söylediğini bilmez, tarif de edemez. “SübhanAllah”ı ancak Billahi algıdaki söyler, ona o ihtiyaç duyar. O idrakta kul yanlış düşünmekten korkar, çünkü ne yana baksa Vechullah’tır. “Allah’ı kayıt altına alacağım” diye korkar ve “SübhanAllah” diye seslenir. Bu yüzden; “İnşaAllah, MaşaAllah, SübhanAllah, ElhamdüLillah” Billahi algıda yaşayanın dilidir, bunlar onun sevdiği şeylerdir. Bundan rahatsız olan dȗniHi algıdadır. O duyunca rahatsız olur ve “bizim inşallahla maşallahla işimiz yok” diyerek tarafını belli eder. Doğru söylüyor; onun inşaAllah’la maşaAlllah’la işi yok! Peki, senin onunla ne işin var? O doğru söylüyor, “benim bunlarla işim yok” diyor. Senin Allah’la işin varsa onunla ne işin var? O ağzıyla söylüyor; “ben şeytanım” diyor: “Ben inşallahı maşallahı sevmem, nereden çıkarıyorsun bunları?” diyor. Çünkü: O manaları severek dile getirmek Billahi algı’nın işidir. O; olan her işi Allah’ın izniyle oluyor bildiği için MaşaAllah der. Yanlış yapmamak için SübhanAllah der: Her emri, her şeyi takdir edenin Allah olduğunu, takdir etme yetkisinin Allah’ta olduğunu bildiği için ElhamdüLillah der. Bu yüzden, Billahi algıda SübhanAllah’a teslim olmak ve SübhanAllah sığınışı çok önemlidir. O algıyla yaşayanın işidir o. Çünkü: “Dışarısı yok, dȗniHi değil” yaşanınca Allah’ı kayıt altına alma tehlikesi ile karşılaşılır, insan bundan korkar o zaman.
Ayetlerden örnekleri çoğaltabiliriz. Eğer siz dȗniHi algıdan kurtularak “Billahi algı ve ikânı”nı oluşturmak konusunda belge ararsanız tüm ayetleriyle karşımıza Kur’ân çıkar. Çünkü:
“Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Haydi siz de onun misli on sure getirin. Dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettikleriniz) kim varsa çağırın. Eğer, sözlerinizde sadıklarsanız.” (Hud-13)
“De ki: “Onu Ruh’ul Kudüs, senin Rabbinden Bil-Hakk indirmiştir; iman edenlere sebat vermek ve müslimler için de hüdâ ve müjde diye.” (Nahl-102)
“Bu Kur’ân dȗnillahi (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiğiniz) güçler tarafından uydurulmadı. Ancak, kendinden öncekileri tasdik eden ve (Ümmül) Kitab’ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, O Rabbül Alemiyn’dendir. Yoksa, “O’nu (Muhammed) uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Haydi siz de onun misli bir sure getirin. Dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiğiniz) kim varsa çağırın. Eğer sözünüzde sadıklar iseniz.” (Yunus; 37, 38)
“Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz, haydi onun mislinden bir sure getirin. Eğer sadıklarsanız dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiğiniz) şahitlerinizi de çağırın.” (El Bakara-23)
Billahi algı oluşturma yolunda bu anlattıklarımızı yaşarken dikkat edilmesi gereken bazı hususları da paylaşmak istiyorum. Bunlar düşündüğümüz zaman bize başka hususları açar, benzetir.
Bu önemli hususlardan birisi şudur: Talib, kendisindeki dȗniHİ algı sonucu, kendisini Allah’ın dışarısında müstakilen var ve muhtar zannederek Tanrılığını ilan edişini ret ettiği gibi, başka insanların dȗniHi algılarını ve tanrılıklarını da ret etmelidir. Burayı çok iyi yakalayalım. Talib kişi kendisinde inceledi, aradı, buldu ve “bunlar dȗniHi’dir, bunlar tanrısaldır, bunlar Allah’a karşı varlık güç gösterisidir” deyip onları reddedişi gibi diğer insanlardakini görünce de reddetmelidir. Aksi halde hedefe hiç bir zaman ulaşamaz.
ESAS BUĞZ sendeki veya başkasındaki dȗniHi olana yapılır. Eğer tüm dȗniHi’ler böyle ret edilmezse hedefe hiçbir zaman ulaşılamaz. Başkalarının dȗniHi algı ve zann’larıyla ortaya koydukları fikirler, eylemleri takdir etmek, onlara hayran olmak, özenmek hatta örnek göstermek tam manasıyla dȗniHİ algı ve iddiasını tasdiktir; “gizli tasdik”tir. Kendisinde ret ediyor ama başkasının dȗniHİ algıyla yaptığı “Ben Varım ve Muhtarım” iddiasına dayanan fikirleri, görüşleri, hareketleri ve davranışları takdir ediyor, başkasına da övüyor, hatta gizlice hayran! Talib’sen olmaz, yani başaramazsın. Billahi algıdaysan çevren de Billahi algıda olacak, her şeyin Billahi olacak yalnız kendin değil. Demek ki: Billahi algıyla yaşamak demek, kendin dışında da nerede dȗniHİ algı varsa, nerede Allah’ın Vahid’ül Kahhar oluşuna, Ehad oluşuna, Samed oluşuna karşı bir fikir, bir yorum, bir fiil varsa ona en azından buğz edecek, “ben katılmıyorum, bunlar küfürdür, bunlar İhlas Suresi’ne uymaz ” diyecek. Bir de bunun yanında onlara hayran olmak, onları takdir etmek, birilerine “şunun gibi ol” deyip önermek dȗniHİ algı ile yaşıyor olmanın göstergesidir. Adam Efendimizin açıkladığı Allah’a inanmıyor, yani dȗniHİ algıda, ama onun yazdığı felsefi kitaplar elinden düşmüyor. Olmaz. Kendinde dȗniHİ algıyı reddettiğin gibi, kendinde “müstakilen varım ve muhtarım”a dayalı fikirleri reddettiğin gibi başkasınınkini de reddedeceksin. Hatta bir kimsenin dȗniHİ algısını kuvvetlendirecek, motive edecek veya kışkırtacak davranışlardan da sakınmak gerekir. “Çok önemli” dediğim husus budur. Bunları sadece kendinde reddetmen yeterli olmaz, çünkü bu reddediş ihlaslı değildir. Ayrıca şunu önemseyiniz; “reddetmek” onlarla yanlış bir savaşa girmek demek değildir.
Bunları okuyan Talib hemen der ki; ben bu reddi nasıl yaparım? “Bunu nasıl yapacağım acaba?” dediğinizde önemli olan önce niyettir, önce buna niyet etmektir. Sonra önünüze çıkan ama ayet ve hadislere uymayan şeyleri reddetmektir. Bunu yapınca, bu gayrette olunca artık sizde FURKAN açılacaktır, bunu gözünüzle göreceksiniz: Konu ne olursa olsun hemen Hakk’la Batıl’ı ayırabileceksiniz ve “Hakk’tan yana akıl” kendiliğinden çalışacaktır inşaAllah.
Talib; Hakk ile Batıl’ı çok hızlı ayıran, fark eden Furkan Sistemi’ni kendisinde geliştirmeli ve karşılaştığı dȗniHİ algı ve zann’larına karşı hemen buğz etmelidir. İdrak yükseltmek ve korunmak amacıyla Kâfirun Suresi’ne de Zikrullah olarak müracaat etmelidir. Salâtlarımıza veya Zikrullah olarak ödevlerimize koyarsak Kâfirun Suresi dȗnillah algı ve zann’larına karşı iyi bir hücumdur. Dȗnillah olana karşı hassasiyet (reddetmekle beraber hassasiyet) o kadar önemlidir ki, önemini ayetten öğreniyoruz:
“Dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek) isimlendirdiklerine, dua ettiklerine sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah’a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini cazip gösterdik. Sonra dönüşleri Rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.” (En’am-108)
Öğüdümüzü aldık: Bir; buğz ve reddediş esnasında büyük bir hassasiyet lazımdır. İki; DȗniHİ algı ve zann’larıyla onur kırarak, rencide ederek gizlice kavga etmeler de yanlıştır. Tam aksine bu reddedişte, bu buğzda o kadar hassas davranacağız ki…
DȗniHi algı sahiplerini reddetmek, fikirlerine “katılmıyorum, kabul etmiyorum” demek başka şeydir, onlarla kavga etmek, onlara hakaret etmek başka şeydir. Ayet bize “onlara hassas davran, onun dȗniHİ yaşantısına küfretmeyin” diye uyarıyor: Onun yaşantısını dürtme, yoksa o da Allah’a küfreder. Böylece onu günaha sokmuş olursun. Bir de, onu günaha soktuğun, dürttüğün ve dȗniHİ algısında ısrarına sebep olduğun için yanlış yapmış olursun. Böyle yapmakla sen de dȗniHİ algıya bulaşmış olursun. Ayet uyarıyor: DȗniHİ olana bu kadar bile bulaşmayın.
Diğer bir husus, dȗniHİ algı ve zann’larıyla gerçekleştirilen bir davranışın, insanın kulvarını derhal dȗniHİ algı yönüne kaydırmasıdır. Siz çok büyük zorluklarla Billahi algıda durmaya çalışırken, dȗniHİ algıyla ilgili bir özentiniz, bir fiiliniz sizin her şeyinizi o algıya kaydırır, artık Billahi algıda kalamazsınız, duramazsınız:
“Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, mahiyetini bilmedikleri şeylere (putlara) pay ayırıyorlar. Allah’a andolsun ki; iftira etmekte olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz.” (Nahl-56)
“Allah’ın yarattığı ekin ve hayvanlardan Allah’a pay ayırıp zanlarınca, “bu Allah’a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza)” dediler. Ortakları için ayrılan Allah’a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar.” (En’am-136)
Daha iyi anlayabilmemiz için Efendimiz (SAV) o dönemde bu ayetle ilgili bir açıklama yapıyor:
“Muhakkak ki; Allah, şöyle buyurdu: Ben ortağın hayrlı olanıyım. Her kim benimle beraber bir ortak koşarsa, o (ameller) ortağıma aittir (onu ortağıma bırakırım). Ey, insanlar! amellerinizi Allah’a halis kılınız. Çünkü; Allah, ancak kendisi için halis olarak yapılanı kabul eder. “Bu Allah için bu da akrabalık hakkı için” demeyin; çünkü, o sadece akrabalık için olur, ondan Allah için hiçbir şey olmaz. Bu “Allah için ve sizin hatırınız için” demeyin; çünkü, o “sizin hatırınız için” denilen yerin olur, ondan Allah için birşey olmaz.” (Hadis)
Hayatımızda bir işi halis yapmak, onu Allah’a halis kılmak çok önemlidir, ama halis olmak nedir? İhlaslı olmak (halis olmak) çoğu kere “samimi olmak” denilerek, anlaşılmaz ve uygulanamaz bir şekilde tarif ile geçiştirilmektedir. “Ben samimi değilim” diyen birsini hiç gördünüz mü, hiç böyle birisi çıkar mı? Münafık bile kendisini samimi biliyordur. Kulluğu Allah’a halis özellikte yapmak İHLASLI olmaktır. Bunun için de; ancak, dȗniHİ algı ve zann’ları karışmamış haller HALİS olur, buna “ihlaslı” deriz. Bu bakışla: “Allah’a halis kılınız” demek “dȗniHİ algı karıştırmayın” demektir, HALİS KILMAK budur. DȗniHİ algı ve zann’ları olmaksızın yapmak “halis kılmak” olarak tanımlanmıştır ki: Allah, ancak kendisi için halis olarak yapılanı kabul eder. Ancak dȗniHİ algı karışmamışı kabul ediyor.
“Bu Allah için bu da akrabalık hakkı için” demeyin, o sadece akrabalık için olur. Bu “Allah için ve sizin hatırınız için” demeyin, o “sizin hatırınız için” denilen yerin olur. Bunlardan Allah için birşey olmaz.”
Hayatımızın her anı için nasıl önemli bir uyarı ile karşı karşıyayız: Kime ne yapıyorsanız, kime ne söylüyorsanız önemseyin. Dilimizi Billahi’ye alıştırmalıyız, normal cümlelerde bile “Allah’ım senin için..” diyerek dilimizi alıştırmalıyız: Uyanıyoruz “Allah’ım senin için”, yatıyoruz “Allah’ım senin için”, yiyoruz “Allah’ım senin için”. Nihayet “Allah’ım senin için” hali hayat tarzımız olur: Konu neyse, iş neyse hepsi senin için Allahım. Birisi için değil hep senin için Allah’ım…
Konumuz için öncelikli ve her zaman da önemli olan şu manayı tekrar edelim: “Allah, ancak kendisi için halis olarak yapılanı kabul eder.” Konumuzun diline bir paragraf olarak çevirirsek: DȗniHİ algı ve zann’larıyla yapılan amelleri, hayr niyetiyle dahi olsa Allah kabul etmez, boşa gider. Billahi algısı ile yapılanlar halistirler; ancak onlar, yalnız Allah’a aittir, Allah bu amelleri kabul eder.
Bu gerçekten hareketle şu tarifi yapalım: DȗniHİ algı ve zann’larıyla yapılanların karşılığı günah olarak yazılır ve bunlar dünya hayatında da, ahirette de pişmanlığa dönüşür. “Billahi algı ve ikanı” ile yapılanların karşılığı ise sevab olarak en az on misli ile yazılır ve dünya hayatında ve muhakkak ahirette mükafata dönüşür.
Bu hadisteki son bir notu paylaşıp yeni bir önemli hususu paylaşacağız. Hadisi Kudsi’de Rabbimiz “Ben ortağın hayrlı olanıyım” buyurdu. Bu ifadeler ayet ve hadislerde Türkçeleştirilirken “en hayırlı olanı” şeklinde yazılıyor. Bu tariften esas çıkacak mana “Ben ortağın hayrlı olanıyım”dır. Şöyle ki: Bunu normal hayatımızdan bir örnekle açıklamaya çalışalım. Bir kişi “varım ve muhtarım” diyerek bir ortak oluşturmuşsa, Allah’a karşı “var ve müstakil bir güç” oluşturmuşsa en az iki tane varlık var demektir. Bu durumda en az iki tane zat var; Allah ve diğer zann, yani diğer ortak. Rabbimiz buyuruyor ki: Bu ortaklardan Hayr olan benim, o Batıl’dır. “Ortakların hayrlı olanı benim” demek “Hayr olanı, Hakk olanı benim” demektir. Bu asla “ben daha iyiyim” demek değildir, bu ifadede bir kıyas yoktur. Onu, çocuklarından birisi için “şu daha hayrlı” demek gibi anlamayın. Küfürle Allah kıyaslanmaz.
Kurtuluş yolundaki Talib için bir başka önemli husus da şudur: Eğer bir insan, kendisindeki dȗniHİ algı ve zann’larını hala önemsiyor ve gizli bir sevda ile dȗniHİ fiiller ortaya koyuyorsa veya başkalarının dȗniHİ algı ve zann’larını kabulleniyor, hatta takdir ediyorsa; en acısı, “dȗniHİ algı ve zannları olmazsa hayat çekilmez” zannediyorsa, “ama onlarsız da olmuyor ki” diyorsa, bütün bunların sebebi inanan o insanın ARA YERDE olmasıdır. Yeni ve önemli bir tabirle karşılaştık; Ara yer! “Ara yer” dünya hayatının hemen hemen en huzursuz yeridir.
“DȗniHİ algı ve zannları”nı özümsemiş, buna göre bir hayat oluşturmuş, batılı benimsemiş kişi için batıl kolaylaştırılmıştır; arzuladığı fırsat ve imkanı buldukça dünya hayatı onun için huzurludur. “Billahi algı” oluşturma yoluna girmiş ve “ikan” için gayret sarf eden kişiye de Hakk yol ve amelleri kolay gelir. Ve bu kul Billahi algıdan çıkmazsa dünya hayatında cenneti yaşamaya başlar. Ancak, bir kişi var ki: Öğrendikleri yüzünden batıldan korkuyor ama kopamıyor, Hakkı istiyor ama yapamıyor. Bu kişi ara yerde kalmış insandır, bu insan huzursuzluğun içine düştü demektir. Batıl için “Neden yaptım?” pişmanlığını duyarken, Hakk için de “Neden yapamadım, neden yapamıyorum?” pişmanlığını yaşar. Yani her halükarda hayatı pişmanlıktır. Amelleri de, ondaki dȗniHİ algı vazgeçilmezliği yüzünden boşa gitme tehlikesi altındadır.
İki tane “ara yer” karakteri vardır: Birisi, ara yerde ve huzursuz olandır. Bunlar, inanmak isteyen ancak yeterince başaramayanlardır ve bizim sesleneceğimiz bunlardır. Bir grup daha vardır ki, onlar ara yerde huzuru bulmuşlardır, bizim muhatabımız değillerdir. Onları Kur’an şöyle tanımlıyor:
“Onlar ki, Allah ve Rasulünü inkar ederler; Allah ile O’nun Rasulünü birbirinden ayırmak isterler ve “bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız” derler. (Böylece) arada bir yol edinmek isterler. İşte onlar hakiki kafirlerin ta kendileridirler. (Biz) kafirler için alçaltıcı bir azab hazırladık.” (Nisa; 150,151)
Ayette anlatılan “ara yerde” bulunanlar; kendilerinin doğru olduklarına inanıyorlar ve hallerini savunuyorlar, bunlar için bir huzursuzluk da söz konusu değildir. Günümüzde bu ayet kapsamına giren çok önemli ekoller var: Allah ve Rasulünü ayırmaya çalışan, “Kur’an yeter” diyen, Efendimiz (SAV) yokmuş gibi davranan, yalandan hürmet gösterip, yani hürmet ediyormuş ve önemsiyormuş gibi konuşup O’nun Sünneti’ni bozmaya çalışan düşünce tarzlarını duyuyoruz, görüyoruz. Onlar da bu ayetin kapsamına girer, hep arayı bozmaya çalışanlardır. Ve onlara bakın hiçbir huzursuzlukları yoktur, mutlu yaşadıklarını zannederler. Onlar bizim gündemimiz değil, biz ara yerde huzursuz olanlara sesleneceğiz. Bu yüzden, “Allah’ım bizi o grupta bulunmaktan ve o grubun şerrinden koruyuver” diye yalvararak onlara ait ara yerden uzaklaşalım. Ve seslendiğimiz gruba bakalım.
“Muhakkak ki, münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar, oysa O onları aldatır. Ve (o münafıklar) salata kalktıklarında tembelce kalkarlar, insanlara riya yaparlar ve Allah’ı çok az zikrederler. Arada yalpalayıp duranlardır. Ne bunlara, ne onlara (katılırlar). Allah kimi saptırırsa, artık onun için bir yol bulamazsın.” (Nisa; 142, 143)
Bizim konumuz bu ayetin bahsettiği “ara yer” ve ara yerdekiler. Burada bir “münafık” kelimesi geçiyor ama bundan ürkmeyelim ve ötelemeyelim, şimdi onu biraz inceleyeceğiz Ancak; ayetten öğreniyoruz ki, bu durumda yaşamakta ısrar ederse bir kişi Allah onu saptırır ve ona da birisi kurtuluş bulamaz. Burada da şöyle sığınalım: Allahım bizi ara yerde bırakma, ve derecelerimizi yükseltiver. (ÂMȊN)
Ara yerden kurtulabilmenin yolunu arayana, bir yolunu Kur’ân bir öğütle bize göstermektedir.
“Ey, iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyin. (Bunu yaparak) Allah’a aleyhinize açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa-144)
Bir diğer ipucu şudur: Kafirler “ruhen, Billahi anlamında” çok temizlenenleri sevmezler. Onlar dȗniHİ algının kirini çok severler. Bir kişi o dȗniHİ algıdan ısrarla kurtulmaya, çok temizlenmeye çalışıyorsa o temizliği onlar sevmez. Kafirlerin bu manada çok temizlenenleri sevmediklerini Hz. Lut aleyhisselam için söylediklerinden anlıyoruz:
“Kavminin cevabı ancak: “Çıkarın onları şehrinizden. Çünkü onlar çok temizlenen insanlardır” demek oldu.” (A’raf 82)
Hz. Hud aleyhisselam da kavmine meydan okumuştu:
“DȗniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiğiniz) şeylerinizden (beriyim). Haydi hepiniz bana tuzak kurun, sonra da hiç mühlet vermeyin.” (Hud-55)
“Onlarla dost olmayacaksınız” demiştik, zaten isteseniz de olamazsınız. Çünkü onlar sizi sevmiyorlar; dȗniHİ algı seni sevmiyor, onlar temizlenenleri sevmiyor. Ayetten böyle öğreniyoruz, böyle öğütleniyoruz.
Kur’ân bize Rasullerin dȗniHİ’lere meydan okuyuşlarından bahsederken der ki: Hazreti İbrahim de kavmi için “üff!” demişti:
“Üff, size ve sizin dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar güçler zannedip) taptıklarınıza! Hâlâ akletmiyor musunuz?” (Enbiya-67).
Ve Allah, Rasulüne dedi ki:
“Allah kuluna kafi değil mi? Seni dȗniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettikleri) kimselerle/güçlerle mi korkutuyorlar? Allah kimi saptırırsa onun için hidayet edici yoktur.” (Zümer- 36).
“(Ey, Allah’a eş koşanlar!) Siz de dȗniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannettiklerinizden) dilediğinize kulluk edin.” (Zümer-15)
Rasulullah Efendimiz (SAV)’e de dedi ki:
“De ki: “Muhakkak ki ben, dȗnillah (algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannederek) çağırdıklarınıza kulluk etmekten nehyolundum. De ki: “Sizin hevalarınıza (dȗniHİ algı sonucu uydurduklarınıza) asla uymam. Uyarsam gerçekten sapmış olurum ve ben doğru yolu bulanlardan olmam.” (En’am-56)
Kur’an’ı incelediğimizde ilgili ayetlerden öğreniyoruz ki; ara yerde bulunmanın önemli bir belirteci salât ikamesinde tembel olmaktır, salâta kalkarken isteksiz davranmaktır. Çünkü dȗniHİ algı salâtı sevmez, ona salâtı sevdiremezsiniz. Ve hatta dikkat edin: Eğer dȗniHİ algı salâtı sevecek olursa, öyle hissederseniz size bir tuzak kuruyor demektir, sizi “Allah’la kandıracak” demektir. Çünkü o salâtı sevmez, istemez. Ancak; bu isteği kuluna verecek Allah olduğu için, öyleyse korkarak duamızı yapalım: Allahım salâtı bize çok kolaylaştır, çok sevdiriver. Senin indinde makbul olacak şekilde salât ikame edebilmemizi bize lutfediver ve salâtı gözümüzün nuru yapıver Allah’ım. (ÂMȊN).
Kendimizde izleyeceğimiz, görebileceğimiz “ara yer” belirteçlerinden bazıları da şunlardır:
Konuşma arzusu! Lütfen konuşma arzunuzu izleyin. Ancak kendinizi izlerken çok iyi hâkim ve hakem olmanız lazım. Yalan yere kendinizi aklamamak için kendinize hakem ve hâkim olmayı öğrenmek lazım. Bu hassasiyetle konuşma arzunuzu inceleyin.
Bir cümle söyleyeceksiniz ve o cümle birinin hakkını teslim ediyor, birinin güzel yaptığını söylüyor veya sana menfaat sağlamayan bir uyarı içeriyor. Bir bu nitelikteki cümlenizi izleyin, bir de sizin menfaatlerinizi koruyan, sizi haklı yapan, siz güçlüyken yaptığınız konuşmaları, oralardaki konuşma enerjilerini izleyin, hangisinde konuşma enerjiniz fazla? Birinin hakkını teslim eden cümlelerin konuşma enerjisini zihninizde incelediğinizde, size menfaat sağlamayan o cümlelerde düşük/sönük bir enerji bulacaksınız. Niye? Birini takdir ediyorum, birinin hakkını veriyorum, bunun bana bir menfaati yok ki. Ona bir uyarıda bulunuyorum, kendim için değil. Kendim için bir şey istemiyorum… Bu yüzden düşük bir enerji var. Ama dikkat edin. Eğer suçlayacaksanız, incitecekseniz, alaya alacaksanız, intikam için konuşacaksanız enerjinizin peşinden zor yetiştiğinizi görürsünüz. Kendinizi izleyin, peşinden zor yetişeceğiniz bir enerjiyle konuşuyorsunuz, cümleleri takip edemiyorsunuz. Kendinizde dȗniHİ algıyı tanıdınız mı, esfele safiliyn’i gördünüz mü? Daha dȗniHİ algı içindeki yaşantıda bile size iyi bir şey yaptırtmıyor, hücum edeceğiniz zaman size nasıl bir enerji veriyor gördünüz mü? Dikkat edin: Allah muhafaza etsin, birisine kötü bir dua yapacak olsanız, kötü dua cümlelerini peş peşe sıralarsınız. Sonra da “Ne söylediğimi bende fark etmedim” dersiniz. Ama bir hayr duası yapacak olsanız ağzınızdan bir hayr cümlesi çıkmıyor, bir cümle kuramıyorsunuz. İşte bunları yakalayıp da levm etmezseniz, sonra tövbe etmezseniz, sonra da dua/hedef oluşturmazsanız olmaz.
Şu önemli gösterge açısından da kendinizi inceleyin: Yaşarken zor ve zavallı anlarınızı, bir de işlerinizin çok iyi gittiği güçlü anlarınızı araştırın, hatırlayın. Zavallı anlarınızda iyi, munis bir insan mısınız? Çünkü sizi zavallı hale getirdiler, bir şeyiniz gitti, size birşey oldu, sesin kısıldı, zavallı bir haldesin, herkese “evet efendim” davranışındasın. Ama gün oldu güçlendin; birşey öğrendin güçlendin, bir şey oldun güçlendin, bir şeyin oldu güçlendin. Bir de şimdi bedenine bak? Dikleştin, işaret parmağın kalktı, ukala olmaya başladın. Bunlar Esfele Safiliyn’i yakalaman için. Çünkü o durdukça kurtuluş olmaz. Gör, fark et; sende yaşıyor.
Dolayısıyla: kendindeki gücün hangi güç olduğunu araştırmalısın. Eğer sende “Rahmani Güç” varsa o korur, merhametlidir, Hakk’ı gözetir. Çünkü Rahmani Güç Allah ahlakındandır. Ama sendeki Esfele Safiliyn ahlaklı güç ise; o EZER, YOK EDER, İNSANI KULLANIR. Hatta şunu fark edersiniz ki; Esfele Safiliyn için diğerinin bir şeyi hep alay konusudur, hep insanları “ti”ye alır. Birisinin bir şeyi hep sizin alay konunuzdur. İki arkadaş yan yana gelse birisinin bir şeyini konuşur konuşur gülerler. İşte Esfele Safiliyn, o kişinin etini çiğ çiğ yiyorlar. Ayet gereği “ölü kardeşinin” etini yiyor.. Bunları kendimizde sürekli aramamız gerekiyor.
Yine kendinizi iyi inceleyin: Birşey izliyorsunuz veya camdan bir yere bakıyorsunuz, dikkat edin. Siz camdan bakıyorsunuz, yolda da birisi yürüyor. Bir anda bir şey oldu, ayağı kaydı, elinden bir şey düştü, onu camdan izleyen hemen güler. Birisinin kusuruna nasıl gülüyorsun? Birisi konuşurken dili sürçüyor veya bir kelimeyi şaşırıyor, hemen kahkahayı basıyorsun veya yüzünde müstehzi bir ifade kendiliğinden beliriyor. Oysa o halden dolayı kişi üzüldü. Bir kardeşinin üzüldüğü, mahcup olduğu şeye sen nasıl gülersin? Bunu Billahi anlamındakinin aklı alır mı? Şu reflekse bak ki, senin haberin yok ama o çalışıyor. Esfele Safiliyn boş durmuyor, çalışıyor… Sen kiminle mücadele ediyorsun, bir farkına var! O sende canlı, ölü olan sensin. Bunları kendinde yakalayacaksın, daima mücadele ile yakalayacaksın…
Ve işte bu zalim en fazla kimi ezer biliyor musunuz? Sevenlerini ezer. Biri onu sevsin onu ezer. Çünkü ezecek birisini buldu. Ama aynı Esfele Safiliyn kişi zalimlere ise yaranmaya çalışır, bir zalimin de gözüne girmeye çalışır. Bu yanlarınızı yakalayın…
Karşılıklı şikayetleşmek onun sohbet tarzıdır; işi budur. Saatlerce telefonda şikayet, bir yerde buluşurlar şikayet ve bunun adı sohbet!
Bütün bu işler için kendi bilgi ve gücü yetmez, artırmak için sihir, büyü, fal gibi yanlışlardan da medet umarlar, Allahım muhafaza buyur Rabbim. Bunlara meyilli oldukları için Esfele Safiliyn’ler Din’i de böyle algılar, Din’e de böyle yaklaşırlar. Biraz dindar birini bulursa gider ona sorar: Şu işimin falı nasıldır; şu işimde en iyi seçenek hangisidir? Hep bir güç peşinde olduğu için Din’den de böyle yararlanmaya çalışır. İşte bunun için ayette; “Onlar Allah’ı kandırmaya çalışıyorlar, ama Allah onları kandırır” buyruluyor. Ona sorulsa, “Allah’ın sisteminden yararlanıyorum” der, ama sistemden yararlanarak kendi gücüne bir şeyler katmaya çalışır. İş halis olmaz! Dikkat edin, “sihir, büyü, fal” vardır, hatta sonuçları doğru da çıkabilir. Ama yine dikkat edin ki; “sihir, büyü, fal gibi şeyler nelerse” bunların hepsinin veri tabanı ve hedefi dȗniHİ algıdır. “Ama doğru çıkıyor, bildi” deseniz de, bu gibi yöntemlerle süper başarılar elde ediyor olsalar da onun veri tabanı Billahi değil dȗniHİ algıdır, hedefi de dȗniHİ algıdır, sonu da dünya ve ahirette hüsrandır. Oradaki doğrulara, başarılara bakıp da Allah’tan perdelenmeyin. Neden bunların bu kadar üzerinde duruyoruz? Seslendiğimiz ara yerdekiler bunlarla uğraşıyor olduğu için.
Çok derinlere nüfuz etmiş bir diğeri Şikayet’tir. Lütfen karar alalım; “hiç şikayet içeren cümle kurmayacağım” diyelim ve konuşurken hemen kendimizi deneyelim. Çocuğunuzla, arkadaşınızla, anne babanızla, tanıdığınızla, sevdiğinizle konuşurken bir cümle kuruyorken kendimizi test edelim. Şikayet edecek gibi olan cümle ve kelimelerinizden hemen vazgeçin, başka bir söyleme tarzı bulun, söyleyecek başka birşey bulun. Çünkü şikayet kesinlikle Şaki’nin dilidir, şikayet küfür ehlinin dilidir. Billahi anlamındaki kul şikayet dili kullanmaz. Bilir ki, o tür cümlelerin hepsi Allah’a isyandır. Öyleyse, şikayet cümlelerini silin. O kadar çok köşe yazarı var ki, şikayet cümlesini silsin bir satır yazı yazamaz. O kadar konu anlatan var ki, şikayeti kaldırsın konuşacak bir cümle kalmaz. Etiketi ne olursa olsun, onlar Şaki’nin dili ve göstergesidir.
Konuşma arzunuzu ve konuşanı kontrol edin. Cümle kurarken “BEN” diyen, o sırada dȗniHİ mi, Billahi mi? DȗniHİ olandan vazgeçin, Billahi algıyla “BEN” demeye çalışın. Yani: Allah adına, Allah için, Allah’ın verdiğini kullanarak “BEN” deyin. “Varım ve Müstakilim” algısıyla” BEN” diyeni boş verin, ona ters dönün.
Bu sözümüz de gençleredir ve ara yerde kalmak veya kurtulmakla ilgili olarak önemlidir: Eş seçiminde önce kendi çelişkini düzeltmelisin. Bu henüz o fırsatı olanlar için: Birisini şikayet etmeyi bırakın ve eş seçiminde önce kendi çelişkinizi düzeltin. “Evleneceğim ama o öyle, bu böyle, şu şöyle” değil, önce kendi çelişkini kaldır. “Bu çelişki nedir, nasıl düzeltilir?” anlatacağız. Ancak bu söylediklerim ara yerde olup da kurtulmak isteyen Talib insan içindir, seslenişimiz onadır! İnanan birisi var, evlenecek. Bir kriter buluyor: Evleneceğim kişi dindar olsun ama topluma da uyum sağlasın. Dışarıda böyle bir kural var, o da kendince kuralı koyuyor ve buna uygun da birini buluyor. “Dindar ama topluma uyum sağlamış olanlar”ın sayısı çoktur, bu yüzden kolay bulursunuz, bunlar birbirlerini çok çabuk bulurlar. Buldu, evlendiler. Genellikle ne olur biliyor musunuz? Kadının “topluma uyum sağlasın” yanı evlendikten sonra gittikçe artar. Onun o kadar uyum sağlamasını kıskanan erkek eğer ara yerdeyse o kıskançlıkla gittikçe dindar olur. Kadının o kadar uyum sağlayacağını bilmiyordu! Bu kadar toplumsal uyuma dayanamaz, işin içinde dindarlık olduğundan bir kıskançlık da geliştirir, kıskandıkça daha dindar olur. Kıskançlığını anlatabilmek için eşine dini anlatır, “kıskanıyorum” diyemez “hani sen dindardın, ne oldu?” der. Süreç böyle gelişirse kadın gittikçe topluma uyar, erkek gittikçe dine… Ve başlarkenki eşitlik bozulur, hem de yakın zamanda. Başlarkenki eşitlik yanlışta eşitlikti, bozuldu ve uçurum büyümeye başladı. Bu hikaye hep böyle değildir, elbette tersi örnekler de vardır.
Efendimiz (SAV) bu konuda önemle uyarıyor: “Hayrlı mal edinin.” Sahabe efendilerimiz sürekli O’na bakıyorlar. Olarınki de ayrı bir şans… Risalet Nuru’nun içerisinde bizzat sahibinden; o ağızdan, o dilden, o nurdan öğrenmek için devamlı bakıyorlar. Hatta, arının peteğe veya çiçeğe yapışması gibi o kadar çok yapışıyorlar ki; uyarılıyorlar: Rasülü rahat bırakın da dinlensin. İşi öyle fark etmişler ki böyle yapışıyorlar. İşte onlara Efendimiz (SAV) dünyada edinileceklerin hayrlı olanından ve öneminden bahsedince telaşlanıyorlar, iyice öğrenmek için “neye dikkat edelim?” diyorlar. Efendimiz (SAV): ”Cennete gitmenizi kolaylaştıracak kadınlar edinin” buyuruyor. Bu öyle önemli bir şeydir ki… Henüz o şansı olan için bundan daha önemli bir şey yoktur! Kriter, “şöyle malı, şöyle kariyer” değil, “şunum var, bunum var” değil! Cennete gitmenizi kolaylaştıracak eşler…
Biz böyle anlatınca ara yerde olup şöyle de diyenler elbette olacaktır, şu mazeretler ileri sürülecektir: “Ama çoğunluğa baksanıza, herkes böyle yapıyor.” Evet, ama bu da bir aldatmacadır. Ara yerde olup da bu konuda böyle mazeret uyduranları Kur’an uyarır:
“Eğer Arz’da bulunanların ekseriyetine itaat edersen, seni Allah yolundan saptırırlar… (Çünkü) onlar ancak zanna tabi olurlar ve onlar ancak tahmin üzere konuşup, saçmalarlar.” (En’am-116)
Çünkü:
“…İnsanların ekseriyeti iman etmezler.” (Ra’d-1)
“…Muhakkak ki, insanların çoğu gerçekten fâsıktırlar.” (Maide-49)
Şimdi oluşan tabloya bakın: İnsanların çoğu iman etmiyor, çoğu da fâsık ve sen de “çoğunluk böyle yapıyor” diyorsun. Doğru olur mu? Çoğunluk iman olarak yanlıştaysa onların yaptığını nasıl ölçü alırsın? Hatta insan ölçü alacak bir kişi bile bulamaz, doğruyu yapan tek başına kalır, tek başına… O tek başına halinle doğruyu yaparken öyle tek başına olmalısın ki, senin o doğruyu yapmandan kimse rahatsız olmamalıdır, o hassasiyetle yaşamalısın. Öyle güzel, saklı bir sevdayla; Allah sevdasıyla…
Hicret edeceğimiz algıya “Billahi algı” dedik ve bir hedef koyduk: Billahi algı sürdürülebilir olmalı ve o algı ikana dönüştürülebilmelidir. İşte bunun olabilmesi için dikkat edilmesi gereken iki önemli husus vardır.
Billahi algının sürdürülebilir olması ve sonra ikana dönüşebilmesinde dikkat etmemiz gereken iki husustan birisi, talibin mümkün olduğunca kesintisiz olarak kendisine telkinde bulunmasıdır. Talip bu amaçla kendisine kesintisiz telkinde bulunacaktır: “Allah’ın dışı yoktur, ancak Allah: Bütün yaratılanlar İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretleridir, İlmullah’ta var gibi görünenlerdir. Güç Allah’ındır, Mülk Allah’ındır, Hüküm Allah’ındır.” Bir başka deyişle diyoruz ki: “Allah’ın dışarısı yoktur, ancak Allah: Müstakilen var ve muhtar olan yalnız Allah’tır.” Allah’ın dışarısı diye bir kavram olmayınca Allah’tan başka müstakilen var ve muhtar bir varlık düşünmek tamamen yanlıştır, yani boştur, yani BATIL’dır.”
İşte bu telkin, yapılacak zikrullah çalışmasının ANA MANASINI, TEMELİNİ, ESASINI oluşturur. İşte bu telkin “Kelime-i Tevhid”dir: “La ilahe illalllah.” Yukarıdaki telkin, “La ilahe illallah” Zikrullahı sırasında zihnimizde olması gereken bilinçtir: Onu artık “Allah’tan başka ilah yoktur” diye de manalandırabiliriz. Neden Allah’tan başka ilah yoktur? Çünkü Allah’ın dışarısı yoktur. İlah’ı tanımladık: Müstakilen Var ve Muhtar olan! Allah’tan başka “müstakilen var ve muhtar” olan olmayınca, Allah’ın dışarısı olmayınca, başka “müstakilen var ve muhtar” olan da yoktur. Sonuç tek cümle olacaksa; “Allah’ın dışarısı yoktur, ancak Allah”tır. İşte bu telkin “Zikrullah”tır ve kalbler ancak Zikrullah ile mutmain olur:
“Dikkat edin! Kalbler zikrullah ile mutmain olur.” (Ra’d-28)
Sen bu telkini yaparsan, işte bu telkin ile;
- Rabbine yönelenlerden olursun; İnsan-29 ayeti gereği,
- Haniyf olursun, Rum-30 ayeti gereği,
- Allah’a firar etmiş olursun; Zariyat-50 gereği,
- Allah ve Rasulüne hicret etmiş olursun; Nisa-100 ve Ankebut-26 gereği,
- “Senden sana sığınırım” demiş olursun; Tevbe-118 gereği,
- Evvabiyn (özüne dönen) olursun; İsra-25 ve Kaf-32 gereği,
- Kalbin Kalb-i Munîb (hakikatine dönen kalb) olur; Kaf-33 gereği,
- Kalbi ihbat edenlerden (dȗniHİ algı ile irtibatını kesmiş ve böylece kalbi mutmain) olmuş olursun; Hac-54 ve Hud-23 gereği,
- Kalb-i Selim (marazdan kurtulmuş kalb sahibi) olursun; Şuara-89 ve Saffat-84 gereği.
Özetlersek, bu telkinle sen:
- Muttaki olursun; Bakara-2 gereği,
- Nefs-i Levvame’ye girmiş olursun, Kıyamet-2 gereği,
- Umulur ki, Rabbim sana Nefs-i Mutmain kapısını açar da O senden razı, sen de O’ndan razı cennete dahil olursun; Fecr; 27, 28, 29 ve 30. ayetler gereği.
Bu telkine/zikre uyan Talib için hal böyleyken, bu telkine karşı âmâ davranıp da görmezden gelen insanın akıbeti ayette bahsedildiği gibidir:
“Onlara “La ilahe illallah” (denildiğinde) telkin edildiğinde muhakkak ki, onlar müstekbir (Allah’ın dışında ben de müstakilen var ve muhtarım idrakiyle) davrandılar.” (Saffat-35)
Eğer durum Saffat-35 ayetindeki gibi olursa;
“Kim dȗniHİ (algı ve zann’larıyla) Rahman’ın zikrinden (Kur’ân’ın öğrettiği Billahi algı ve ikanı yaşantısından) âmâ (uzak) olursa, ona yanından ayrılmayan bir şeytanı musallat ederiz. Şüphesiz ki şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf; 36, 37)
“Yanlarından ayrılmayan şeytan” iki tanedir, ikisini birden düşünmek lazım. Birisi kendisindeki Esfele Safiliyn yapıdır, diğeri cin taifesinden olan şeytandır. Aslolan onun Esfele Safiliyn yapısıdır. İşte o zaman onun bu yapısını o kadar kuvvetlendiririz ki, o yapı onda öyle bir kişilik olur ki ve kişi o kişiliği öyle yaşar ki ve yaşadığını da öyle doğru zanneder ki… Bu söylenen tablo, kişi ne yaparsa oluşur? Rahman’ın zikrinden âmâ olursa! Bu durumda; Kur’ân’ın “bu sizin düşmanınızdır, cin taifesindendir, secde edin dedik etmedi” dediği, cin taifesinden şeytanlık görevini yüklenmiş bir görevli size verilir ki, sizi daima saptırtsın.
Ancak bilmelisiniz ki, size görevlendirilmiş cin taifesinden olan o şeytan; sizden daha akıllı, sizden daha sinsi, sizden daha kurnaz, sizden daha kafir değildir. Sizin Esfele Safiliyn yapınız o şeytana pabucunu ters giydirir. Çok enteresandır ki; insanlar kendi Esfele Safiliyn yapılarını korumak için o şeytandan Allah’a sığınırlar, adeta “Allahım, benim şeytan yapımı o şeytandan koru” derler. Oysa Billahi algıda olan “Eȗzü Billahi” ile her ikisinden korunmaya çalışır. Kişi Esfele Safiliyn’de yaşıyor ve şeytandan da korunmaya çalışıyorsa buna hiç gerek yok, çünkü bu halinde şeytan senden kaçıyor. Onun seninle ayrıca uğraşmasına gerek yoktur, senin Esfele Safiliyn yapın zaten çok kuvvetli bir şeytandır. O yüzden, “Allahım beni kendimden koru, Allahım beni kendimden ve şeytandan koru” deyip sığınmak lazım. Özellikle “Allahım beni kendimden koru” sığınışını unutmamak gerekiyor.
Billahi algının sürdürülebilir olması ve bir algıyken ikana dönüşebilmesi için ilk husus “La ilahe illallah” anlamındaki telkinlerin ve Zikrullah’ın kesintisiz olmasıydı. Bunların hayalinin beyinde kesintisiz olması Billahi algı oluşacak, o algı olmadan olmaz. Billahi algı olmadan, onun derin beyin izi olmadan dȗniHİ algı silinmez. İşte bu kesintisizlik için:
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler (her vakit Billahi algıdadırlar).” (Al-u İmran; 191)
“Billahi algı”nın sürdürülebilir olması ve ikana dönüşebilmesi için ikinci husus; Billahi algı kapsamında fikir, fiil ve amel içeren hayat tarzının mümkün olduğunca kesintisiz olmasıdır, buna gayret etmektir. Billahi anlamında telkinleri kesintisiz hale getirdikten sonra şimdi de ona uygun hayat tarzının sürdürülebilir ve kesintisiz olmasına gayret ediyoruz. Bu hayat tarzını sağlayan ve sürdürülebilir kılan bir şey vardır: Billahi algıya ait hayat tarzının sürdürülebilir ve kesintisiz olmasını, “daimî rukȗ halinin muhafazası” sağlar. Yeni bir davranış biçimi ile karşı karşıyayız: Daimî rukȗ… Daimî rukȗ hali… Daimi Rukȗ Halini Muhafaza Etmek…
RUKÛ HALİ aslında bir hayat tarzıdır ve Allah’tan utanmak diye kısaca tanımlanabilir. İşin esas tanımı budur. Tanım ne kadar kısa olursa anlamak o kadar kolaylaşır deyip çok kısa bir tanım yapıyoruz: Rukȗ Allah’tan utanmaktır. Salât ikamesinde de (Efendimiz (SAV)’e ve Muhammedî’lere lutfedilmiş bir hediye olarak) rukȗ vardır ve aslında “salâttaki rukȗ” da bu manadadır. Salâttaki rukȗ, “hayat tarzı olan rukȗ”nun Rabbimize sunuluşunu ve Rabbimizin de inşaAllah kabulünü bize yaşatır. Bu manada bakıldığında o bir dildir, o dili göreceğiz. Salât hali zaten kendisi öyle bir şey ki; siz isteseniz de istemeseniz de, başka şey düşünseniz de orada “Billahi algı”da kabul ediliyorsunuz, salâtın böyle bir özelliği var; aklınıza ne gelirse gelsin orada siz “Billahi algı ehli” kabul ediliyorsunuz. Bu kabul müslümana nasıl bir hediyedir… Salâttayken “Billahi algıdaymış gibi” muamele görmek nasıl bir ikramdır… Dolayısıyla: Bu kabulledir ki; sizin yazınız okunur, salâtın hareketleriyle yaptığınız harfler okunur. İşte o salâtın içindeki rukȗ; siz normal hayatta “daimi rukȗ” halinde Allah’tan utanma rukȗsunu yaşadığınızda onu Allah’a sunma noktasıdır, sizin “daimi rukȗ” halinizin kabulü noktasıdır. Onun içindir ki, rukȗdan kalkarken “Allahuekber” demezsiniz, yani müjdenizi alarak kalkarsınız; Size; “Allah hamdınızı kabul etti/işitti” denir: “Semiallahu limen hamideh” kabulü sizin ağzınızdan size söylenir ve siz secde için kalkarsınız. Oradaki dil; sizin hayattaki rukȗnuzun kabul olduğunun ifadesidir. Rukȗnun kabulünden sonra size secde yolu açılır. O ayrı bir hayattır; ama rukȗ ile açılır.
“Sizin Veliy’niz ancak Allah’tır, Onun Rasulü’dür ve (şu) iman edenlerdir ki, onlar salatı ikame ederler ve rukȗ halinde zekatı verirler.” (Maide-55)
Ayetten öğreniyoruz ki: Rukȗ bir hayat tarzıdır. Bu tariften hayat tarzı olan rukȗyu öğreniyoruz. Bir de ayet bize “velilerimizi” öğretiyor. Daha önceki ayetlerden “dȗniHİ velileriniz yok”u öğrendik, şimdi ise; sizin veliniz ancak Allah’tır: “Ancak Allah; O’nun Rasulü ve O’na iman edenler; sizin veliniz dȗniHİ olmaksızın bunlardır” buyrulup Rasulullah’ın ve mü’minlerin özellikleri, hayat tarzları tanımlanıyor: Onlar salâtı ikame ederler ve rukȗ halinde zekatı verirler: Dikkat edilirse, “Rukȗ halinde zekatı verirler” tarifi ile biz yeni bir özellik öğreniyoruz. Bu öğretilen aslında bir hayat tarzıdır: Onlar Allah’ın verdiğini Allah yolunda harcarlar. Onlar Allah’ın verdiğini Allah yolunda harcarken rukȗ halindedirler.
Ancak: Hayatta Allah’tan utanma işini başlatan esas şey bir halin fark edilmesidir, insan onu fark ettiği zaman hayatta rukȗ hali başlar: DȗniHİ algı ve zann’larıyla Allah’a karşı ilahlık tasladığını fark eden insanın bu tasladığı ilahlık yüzünden Allah’tan utanmasıyla dȗniHİ algıya sırt dönen yeni bir yaşantı başlar, rukȗ hayat tarzı başlar. Kul’da Allah utanmasını başlatan esas şey budur ve bu sırt dönüşün edebidir. Olması gereken de budur, ulaşılması gereken de budur…
Ancak: Normal hayattaki, yaşantımızdaki günahlar buna ulaşmayı engeller. Dolayısıyla, biz önce hayatımızdaki normal günahların utanmalarını yapmalıyız. Bunun için kişi nafile salâtlarından yararlanabilir. Kurtulmak istediği bir günahını utanç noktasına getirip normal hayatta ondan utanırken onu rukȗsuna taşır. O utançla, o günahın utancıyla salâtta rukȗya gider; kabul olduğunu öğrenir; birinci secdeye gittiğinde o günahın yokluğunu yaşar; o günahın yokluğunu görünce ikinci secdede Allah’ına şükrederek secde eder. Böylece salât aynı zamanda normal günahlarınızdan kurtulmanın da yöntemidir. Salât Miraç’tır, Mirac’a gitmenin yoludur ama aynı zamanda da Burak’tır. Salât sizi Mirac’a taşıyacak Burak’tır, önce Burak’a binmek lazım. Biz Burak’a binmeden Mirac’a gitmek istiyoruz. Salat’ı önce Burak olarak kullanıp, sonra Mirac’ı görmemiz gerekir. BURAK; Rukȗ’da bütün günahlarımızdan kurtulmanın utancını yaşamaktır, utanarak Allah’tan af dilemektir. Bu utanma öyle bir hale gelir ki, siz artık salata durduğunuzda “müstakilen varım ve muhtarım” iddiasının utancıyla durursunuz. Bu utanma yüzünden “birinci secde”de o iddia yok olur, o yüzden ismi YOKLUK SECDESİ’dir, daha doğrusu onun adı YOK EDEN SECDE’dir. Birinci secdeye “Yok Eden Secde” demek daha manalı olur, “Yokluk Secdesi” denildiği zaman kişiler onu tam anlayamaz, neyin yok olacağını tam fark edemez. O Yok Eden Secde’dir, “YOK” eden! Oraya bir şey götürmek lazım ki, “YOK” olsun…
“Allah’ın verdiğini Allah yolunda harcamak” olayı bütün harcama çeşitlerini kapsayınca, o olay “Billahi anlamında hayat tarzı” yani, “Billahi algı ile yaşamak” diye tanımlanabilir. Billahi anlamında yaşamak isteyen Talib vermeye başlıyor, dȗniHİ hayata ait ne varsa hepsini vermeye başlıyor; Allah için hepsini terk ediyor! Bunun diğer bir ismi HİCRET’tir. Esas Hicret dȗniHİ’den Billahi’ye gelmektir. Dolayısıyla, bu geldiğimiz yerde “Billahi algı ile rukȗ halinde yaşamak” sonucuna varırız. “Billahi algıda ve Allah’tan utanarak, huzurda edeble duruş” RUKÛ HALİ olur. Onun tarifi artık budur: Billahi algıda ve Allah’tan utanarak huzurda edeble duruş! Burayı biraz açacağız ki, anlatılanı, yaşayabilelim.
Bize rukȗ hayat tarzını öğreten Maide-55. ayetin iniş sebebiyle ilgili rivayetlerden bir tanesi şimdi konumuza ışık tutacaktır:
Ebu Zerr radıyallahu anh’den: Bir gün Mescid’de öğle salâtı ikame etmiştik. Bir dilenci: “Ey, Rabbim! Şahid ol, Rasulullah’ın mescidine geldim, dilendim, kimse bana bir şey vermedi” diye şikayet etti. Hz. Ali daha salât ikamesindeydi ve rukȗda idi. Dilenciye serçe parmağındaki bir yüzüğü işaret etti, o da gitti aldı…”
Rivayet devam ediyor, biz konumuz kapsamındaki kısmı ele alıyoruz. Mübarek insanlar fiillerde çok önemli canlandırmalar yaşamışlardır, sırf “biz öğrenelim” diye. Biz Büyük Hacet Duası’na sahip olalım diye, hacet duasından yararlanalım diye Efendimiz (SAV) Taif’te taşlanmış olarak kanlar içinde dua etmiştir. Düşünün, Rasulullah o pozisyonda dua ederek “bir dua” oluşturuyor; bunu yaşıyor ki, biz o duayı yapalım. Böyle bir hal vardır. Bu rivayette anlatılanı da ona benzetirseniz böyle bir olay rukȗda cereyan ediyor. Hz. Ali radıyallahu anh efendimiz rukȗdayken bir dilenci inananları Allah’a şikayet ediyor ve Hz. Ali efendimiz bir mü’min olarak Allah’a karşı utanıyor; çünkü, Rablerine şikayet edildiler; yani öğretmenlerine şikayet edildiler. Bu duygularla, rukȗda parmağındaki yüzüğü işaret ediyor, kişi de gidip o yüzüğü alıyor.
Bu olaya bir yöntem dahilinde bakarsak: Bir; Müslümanları Allah’a bir şikayet eden var. İki; bu şikayeti duyup Allah’tan utanan var. Üç; bu utanan kişi rukȗ halinde. Dört; bu utanan, bu şikayete karşı ne yapacak? Nihayet: Rukȗ halinde telaş gösteriyor; Elhamdülillah… Serçe parmağında bir yüzük var ve onu veriyor. Yaşanan olayları, Hz. Ali radıyallahu anh efendimizin halini ve bu durumla ilgili gelen bir ayeti halimize, amellerimize, idrakımıza taşırsak yukarıdaki sonuçları elde ederiz…
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurmuşlardır ki: “İman yetmiş küsur şubedir. Utanmak da imanda bir şubedir.”
“Allah’tan utanmak” olan rukȗ, Haşyetullah ile ulaşılan bir sonuç haldir. Haşyetullah ile ulaşılan ilk ve esas sonuç Allah Korkusu’dur. “Allah’tan utanmak” hali, işte bu “Allah Korkusu”nun beden dilidir. Yani; “Allah Korkusu”nun elbisesidir. Burası çok önemli, lütfen dikkat buyurun. Sizinle Rukȗ’yu, “saf rukȗ”yu anlamaya çalışıyoruz. O sadece bir “insanca utanma” değildir. Bir kere Haşyetullah’la başlıyor ki; Haşyetullah Allah ilminin kişide oluşturduğu duygu demektir. O ilmin karşılığı olan duygudur haşyetullah; Allah ilminin, kul Allah’ı tanıdıkça, öğrendikçe onda oluşan duygusudur. Kul’da o ilmi tanımanın karşılığı bir duygu bütünü oluşur, o duygulardan birisi Allah Korkusu’dur. Allah Korkusu bedendir. O bedenin dışarıya verdiği görüntü, o bedenin dili Allah’tan Utanma’dır. Bu da Rukȗ Hayat Tarzı olarak tanımlanmıştır. Bütün bunları açan Allah’ı Tanımak’tır; Billahi Anlam’dır.
İşte bu “Allah’tan utanma” hali Allah Korkusu’nun beden dilidir, yani Allah Korkusu’nun elbisesidir. Ve Haşyetullah bu durumda; öyle bir haldir ki, Allah ilminin duygusudur ve Allah ilmiyle ilgili her sonucu da içerir. Ancak, bütün sonuçlar birleşince “Allah Korkusu” bedenini, üstünde de “Allah’tan Utanmak” elbisesini oluşturur ki, bu da rukȗ halidir. Bu rukȗ hali müttakiyi âlim, sonra ârif, sonra da arif-i billah’a taşır inşaAllah.
Şimdi bu hali heceler gibi tekrar tanımlayalım. Kaynağı Haşyetullah, ve içi “Allah Korkusu”, dışı “Allah’tan Utanmak”, bakışları ise “Allah’tan UMMAK” olan bu “RUKÛ” halini Kur’an “Takva Libası”, yani “Takva Elbisesi, Takva Kılığı, Takva Kişiliği, Takva’nın Görünüşü” diye tanımlar.
Önemi nedeniyle özetlersek: Bu hallerin hepsinin başlatıcı sebebi Haşyetullah, onun oluşturduğu iç beden Allah’tan Korku, onun elbisesi Allah’tan Utanmak, onun Allah’a bakışı ise Ummak’tır. Kul şimdi bu yüksek Korku ve aynı seviyede bir Umuş’la Allah’tan umuyor; rahmetini, merhametini, hidayetini, mükafatlarını umuyor… İşte bütün bunları uman bir bakıştır Rukȗ hali; o bu halin adıdır. Şuna dikkat etmeliyiz ki, Allah’tan Umma halinde Korku ve Umma (Havf ve Reca) eşit olmalıdır. Bu yüksek korku ve umma haline Kur’an aynı zamanda Takva Libası, Takva Elbisesi, Takva Kılığı, Takva Kişiliği, Takvanın Görünüşü diye de tanımlar getirmiştir:
“Takva Libası elbette en hayrlısıdır.” (A’raf-26)
Ayrıca, dȗniHİ algi ve zann’ların oluşturduğu korku ile Billahi algı ve ikanı’nın Allah korkusu tabiatı gereği birbirinden çok farklı ve birbirinden çok uzaktadırlar. DȗniHİ algının korkusu bir ızdıraptır. DȗniHİ algıdakiler Billahi kapsamındaki korkuyu da ızdırap zannettikleri için “Allah’tan korkutmayın” derler. Bilmedikleri için! Allah’tan korku huzur sebebidir. Ama dȗnillah idrakla korkanın korkusu, o korkunun tabiatı ızdıraptır.
“Allah bir şehri misal verdi: “Bu ülke güvenli, huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah’ın nimetlerine karşılık nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku libasını tattırdı.” (Nahl-112).
Allah onlara “açlık ve korku elbisesi” giydirdi. Dolayısıyla; nankörlüklerinden dolayı giydikleri libas o dȗniHİ algının korkusudur/elbisesidir, bu elbise de o algının göstergesidir. Bu korku elbette bizim bahsettiğimiz Allah Korkusu’ndan farklı ve uzaktır. Bir kere bu korku onlara bir azap olarak tattırılmıştır, giydirilmiştir. Ama yine de biz, bu iki korkunun farkını biraz anlayabilmek için şunları paylaşalım:
- Billahi algıda olan talib, yaratılmış olanlardan değil, yaratılmışların sahibi olan Yaratan’dan korkar.
Biz “bir şeyden korkmayın, Allah’tan korkun” dediğimizde bazıları kötü niyetle değil de söyleneni iyi anlamak için “bir uçurumun başındayız, uçurumdan korkmayacak mıyız?” diye soruyorlar. Veya “bir aslanla karşılaştık yani aslandan korkmayacak mıyız?”gibi sorular soruyorlar, daha iyi anlamak için soruyorlar. “Uçurumdan korkma aslandan korkma” demiyoruz ki! Ama diyoruz ki: Uçurumun Sahibi’nden kork, aslanın Sahibi’nden kork! Yani “her şeyin Sahibi”nden korkun… O korktuğun şeyde bile hemen Allah’ı bul ve O’ndan kork, O’na sığın. Demek ki: Billahi algıda olan yaratılanların yaratıcısı olan Yaratan’dan korkar.
- DȗniHİ algıda olan kişi ise, yaratılmışlara vehmettiği, “müstakilen var ve muhtar” zannettiği güçlerden korkar.
Lütfen dikkat buyurun. DȗniHİ algıdaki kişi, “müstakilen var ve muhtar” diye güçler oluşturup etiketler yapıştırmıştı değil mi, şimdi işte o kendi yapıştırdığı etiketlerden korkuyor. Gitti, bir adamın kapısına çok önemli bir mevkii etiket olarak yapıştırdı, içerdeki adamın haberi bile yok. Ayeti gördük, inkar edecek. İşte o DȗniHİ algıyla yapıştırdığı etiketten korkar, çünkü onu gerçek zanneder. Onun korkuları hep onun zanlarının, oluşturduğu güçlerin korkusudur. Billahi algıya ait korkuyla arasında böyle bir fark vardır, aslında bu iki korkunun birbiriyle hiç ilişkisi yoktur.
- Billahi algıda olan talib için “kimsenin olmadığı bir yer” diye bir kavram yoktur. Bu yüzden o kendisini kendi denetler.
Allahtan korkan için böyledir; “kimsenin olmadığı yer” kavramı yoktur ve bu durumda pek tabiidir ki; kul kendisini kendisi denetler. Basit bir örnek verelim. Salât ikame edeceğiz camiye giriyoruz. Kapıda “abdestimiz var mı, yok mu?” diye bir denetleyen var mı? Kendimizi kendimiz denetleriz ve abdestsiz girmeyiz. Denetçiye gerek yok, herkes abdestiyle girer.
Bu vesileyle yaşanmış bir olayı da paylaşayım. Birisi abdestsiz girip namaz kılıp çıkıyor. Biz “böyle iş olur mu?” deriz, ama bu kişi hele de bu bilgilerle ilgilenen biriyse “abdestsiz de salat ikame edilir, ben yaptım oldu” der. Yaparsan olur tabii, olmaz diye bir şey yok! Ama o DȗniHİ bir iştir, boş iştir, Çünkü niye biliyor musunuz? Bunun cevabı olarak “iki korku” arasındaki başka bir farkı görüyoruz:
- DȗniHİ algıda olan kişi için “kimsenin olmadığı bir yer ve an” vardır ve o an onun için tam da kuralların çiğneneceği bir fırsattır.
Örneğimizdeki kişiye göre, camide kimse yok, kimse onu kontrol etmiyor, bu nedenle abdestsiz girebilir. Çünkü o algının yaşama tarzına göre “kimsenin olmadığı bir yer ve an” vardır ve oralar önemli bir fırsattır. Kendinizde bunu inceleyiniz, var bu; Esfele Safiliyn’de bu özellik var, buna meyil var! Nasıl biliyor musunuz? Toplumsal yaşantıda uyması gereken kuralları kimse yoksa çiğner ve onu açıkgözlülük zanneder. Polis varsa kırmızı ışıktan korkar, yoksa korkmaz. Çünkü o DȗniHİ olduğu için korkularını birisine göre yapmıştır, Allah’a göre değil! Onun korkuları DȗniHİ’dir. Sonra da diyor ki, insanları Allah’tan korkutma! Bizim yaşamaya çalıştığımız “Billahi kapsamındaki korku”nun senin DȗniHİ algına ait korkuyla hiç ilgisi var mı, bre cahil? Senin korkun zaten Batıl’dır, o korku kullanılacak bir malzeme değil ki! Senin korkun birisine dayanıyor. Kimsenin olmadığı yer ve an, denetleyenin olmadığı bir yer ve an anlamına geldiği için o anda korktuğu bir şey de yoktur. Fırsat elinde olunca kuralları rahatlıkla çiğneyebilir ve onu da defterine açıkgözlülük olarak yazar.
Bütün bu sebeplerden dolayı DȗniHİ algıdakiler kendi aralarında bu kişiye UTANMAZ ADAM derler. Bunu onlar derler, biz demeyiz. Böyle davrananlara, bu işleri yaşantı haline getirenlere halk arasında “utanmaz adam” derler.
Bizim “Rukȗ Hali” diye bu anlattıklarımızın hepsi aslında tamamen imanlı kul içindir. Bunlar, utanmaz adamın ancak küfrünü artırır ve:
“Kalblerinde hastalık (kafirlik ve münafıklık) olanlara gelince, onların inkarlarını büsbütün artırır ve onlar artık kafir olarak ölürler.” (Tevbe-125)
DȗniHİ algıyla öldü… Allah’ı ve Rasulünü duydu, O’nlar onun nefretini artırdı ve o DȗniHİ algıyla kafir olarak öldü. Bitti! Sonsuza dek bitti!
DȗniHİ algı o derece yüksek bir musibettir ki, bu hal üzere ölmemek gerekir; Kur’an “Billahi algı veya ikanı üzere ölün” demektedir. Ve uyarıyor: DȗniHİ algı üzere ölmeyin! Bu yüzden son nefes çok önemlidir. Son nefesinde insan, kendisini Allah’ın dışında zannederek ölürse, artık idrakı bu seviyede kalır ve ahiret hayatında bu idrakın sonucunu yaşar.
“Son nefes”i doğru götürebilmek için de; Billahi algı hayali, onun Zikrullah’ı, Billahi algı ve hayallerini ikana dönüştürmek için onları hayat tarzı haline getirme gayretleri; hepsi çok önemlidir. Durup durup da “ben o anda yaparım” diye bir şey yoktur. Dikkat edin, o anda aklınız başınızda değildir. Ancak otomatikleştirmişseniz yaparsınız, otomatikleşmemişse o anda olmaz. Bu yüzden Efendimiz buyuruyor ki:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölmüşseniz öyle dirilirsiniz.”
Dolayısıyla: “Ey, iman edenler! Allah’tan hakkıyla ittika edin ve ancak müslimler olarak (Billahi algıyla) ölün; (Al-u İmran; 102).” Sözün sonu… İnşaAllah… EL FATİHA
M. Yılmaz DÜNDAR
Aşağıların Aşağısı/Kurtuluş Yolu