BİLLAHİ ANLAMDA HÜRRİYET VE DUNİHİ ANLAMDA HÜRRİYET

Aslında kader mevzuu içerisinde, “ne yapacağım, nasıl yapacağım, bana düşen nedir?” dediği zaman insanı ve doğrudan onun hayatını ilgilendiren konu burasıdır: DuniHi algı ve zann’larına göre bir hayat tarzını tercih etmiş nefsler, o yolun inatçısı, arzulusu ve takipçisi olarak “Kazanılmış Değişim”ini batıl üzerine gerçekleştirir. Bu, nefslerin değişimlerini kazanılmış hale getirecek olan Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkilerini ısrarla, batılı tercih yönünde kullanmaları ve bu tercihlerine şahit olmalarındandır. İşte, Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’ni duniHİ algı ve zann’ları doğrultusunda kullanan nefslerin hayatlarını yönetim biçimleri “duniHi anlamda hürriyet”tir. Hayatları için bu yönetim tarzını seçenlerin fazladan göstermeleri gereken bir gayret yoktur, kendilerini içinde buldukları hâlihazır durumu olduğu gibi devam ettirirler.
Billahi anlamda imanı tercih etmiş nefslerin ise, kendilerini içinde buldukları hâlihazır duruma sırtlarını dönüp haniyf olmaları gerekir. Yani fazladan bir gayret gerekir. Haniyf olan bir talib için prensip artık; Billahi anlamda iman ve bu imana uygun amellerdir, yani salih ameldir. Salih amel yeni bir hayat yönetimi gerektirir. Salih amelin hayat yönetimi ise “Billahi anlamda hürriyet”tir.
Bu iki ayrı hayat yönetimini daha iyi ortaya koyabilmek için ikisini birbiriyle birkaç açıdan kıyaslayarak inceleyeceğiz, kıyas yöntemini hayr için ve olumlu yönde kullanarak “Billahi anlamda hürriyet”i ve “duniHİ anlamda hürriyet”i anlamaya çalışacağız.
1.A. Billahi Anlamda Yetki Kullanımı
“Billahi Anlamda Hürriyet”te olan bir kişi, Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’ni, yani Hakk ve batıl arasında tercih yapma hürriyetini, bu tercihini “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasında bulunmaksızın kullanır. Yani yetkili kılındığı hürriyetini kendi adı namına değil, Allah’ın verdiği o yetkiyi Allah adına kullanır. Kastımız, kıyaslama ilerledikçe, daha anlaşılır olarak ortaya çıkacaktır.
“Ben tercihimi Billahi anlamda kullanıyorum” ifadesi çok önemli bir beyandır ve bu beyan başlangıç için şarttır. Ancak bu beyan, meselenin hallolması demek değildir, burası özelikle çok önemli! Çünkü insanların hayatları beyanla geçiyor, beyanla kurtulacaklarını sanıyorlar… Beyan yalnızca başlangıçtır. “Evet, ben de öyle söylüyorum, ben de öyle düşünüyorum, ben de öyle anlattım.” demek başlangıç olarak çok iyi, ama bu beyan meselenin hallolması demek değildir. Çünkü “Billahi anlamda hürriyet” bir söylemle başlar ama bir hayat tarzı olarak çalışır ve ilerler. Dolayısıyla Esfele Safiliyn hayat tarzından, yani hayal, düşünce, fikir, yorum, konuşma dili ve fiillerden “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası silindikçe Billahi anlamda hürriyet de hayat bulur ve geri dönüşsüz bir hal alır.
1.B. Yetkiye İddia İle Sahip Çıkış
“Dunihi Anlamda Hürriyet” anlayışının kaynağını ve esasını “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası oluşturur. Diğerinde dedik ki; onun böyle bir iddiası yoktur. Çünkü Billahi anlamda hürriyeti kullanan, hayatını böyle yöneten bunun bir yetki olduğunu bilir ve Allah adına kullanır; Allah’ın verdiği yetkiyi Allah adına kullanır. Dunihi anlamda hürriyette ise, kişi hayat tarzında o hürriyeti hayatının esası görür. Hayatını üstüne inşa ettiği temel olan “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasını hayatın çok önemli kaynağı olarak görür ve hürriyetini kendi adı namına kullanır. Dolayısıyla, Esfele Safiliyn hayat tarzının dayanaklarını bu tip hürriyet anlayışı teşkil eder. Böyle davranıyorsa o zaman bu demektir ki bu kişi doğrudan Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’ni suistimal etmektedir. Bu bir suistimaldir. Böylece kişi, Allah’a karşı asi ve haddi aşmış olur. Onun hayatını üzerine inşa ettiği “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası yalan, iftira ve batıl olup “YOK” hükmündedir.
Birinci maddede anlatılanlar tamamen beyan üzerinedir, onların beyanları böyledir ve bu beyanlarına uygun da hayat tarzları vardır. O hayat tarzlarına biraz gireceğiz. Aksi halde, kişi Billahi anlamda hürriyetin beyanını yapıyor ama duniHi anlamda hürriyetin hayat tarzını yaşıyor olabilir! Kendisini beyana bağladığı için, Billahi anlamda hürriyetin beyanının onu kurtaracağını zanneder… Oysa Kur’an, “İman ve Salih Amel” olarak ikisini birlikte ele alır; “iman edenler ve salih amel işleyenler” der, ayırmaz. Bu yüzden, salih amel bir hayat tarzının adıdır; hayat tarzıdır! Demek ki kişinin hayat tarzı Esfele Safiliyn ama imanı Billahi anlamda beyan ise olmaz! Neden olmaz, ne yapıyor da olmuyor, kıyaslama ilerledikçe bunun ipuçlarını göreceğiz.
2.A. Zahiren Muhtar Batınen Mecbur
Billahi anlamda hürriyet sahibi kişi, bu konuda bilir ki “Zahiren Muhtar, Batınen Mecbur”dur. Bu cümle nasıl bir anlayışı ortaya koyuyor, onu görelim. Kişi zahiren muhtardır; çünkü kullar arası ilişkilerde görülebilen bir muhtariyeti vardır. Kişi kullar arası ilişkilerde, gözüyle görebildiği bir muhtariyete sahiptir. Zahiren, bakıyor ki muhtar. Ama bu tespiti yapanlar işi burada bırakmıyor, “Zahiren Muhtar” dedikten sonra “Batınen de Mecburdur” diyorlar. Biraz sonra oraya gireceğiz ama bu zahiren muhtarlığı biraz pekiştirelim. Evet, kullar arası ilişkilerde görülen bir muhtariyeti vardır ve kişi Hakk ve batıl arasında tercih yaparken, görülebilir bir özgürlüğü vardır. Hakk ile batıl arasında tercih yaparken tereddüde düşmez, bilir. O konuda “şunu tercih ettim, bunu tercih ettim” hali, kişinin ortam şartlarına göre görülebilirdir, o zahirdir. Ancak zahiren muhtar oluş, yani bu görülebilir durum o kişiyi “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasına kaptırmasın, “ilahlık hissiyatı”na düşürmesin diye yanına “Batınen Mecburdur” prensibi koyulmuştur: Zahiren Muhtar, Batınen Mecbur… Yani “zahiren muhtar oluş”un kırmızı çizgileri var. Eğer “zahiren muhtar” tanımı nedeniyle “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasına düşecek gibi olursan, “Batınen Mecbur” uyarısı bir elektrikli tel gibi seni çarpıyor ve seni doğru idraka çekiyor.
Eğer kişi Billahi anlamda hürriyetteyse, zahiren/görülebilir olarak baktığında, “Kendinde Kendine Göre Var” halini görür, kulların “Birbirilerine Göre Var” olan halini de görür; bu var oluşların görülebilir olması, o kişide müstakil bir var oluş ve müstakil bir güç sahibi oluşu hislerine sebep olmaz, eğer Billahi anlamda hürriyeti yaşıyorsa böyledir. Çünkü bütün bunların üstesinden gelmiştir. Nasıl? Bütün bu müstakilliklerin hepsini reddetmiştir; ‘’La ilahe illallah’’ ve ‘’Ve la havle ve la kuvvete illa Billâh’’ diyerek! “Zahiren muhtar”ken bu tehlikeli noktalara düşmediğini bize anlatan, bu prensipteki onun “batınen mecbur” oluşudur. Öyleyse, şimdi birkaç cümleyle “batınen mecbur” olmayı da inceleyelim; bu ifade nasıldır ve neyi ifade etmek istiyor?
Kulun özgürlüğünde “batınen mecbur” oluşunun ilk basamağı şöyledir: Halifetullah vasıflı insana Rabbi Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi vermiş ve “insan kulum Hakk ve batıl arasında tercih yapmakta özgür olsun” buyurmuştur. O kul artık “zahiren muhtar” davranmaya mecburdur; işte, “Zahiren Muhtar” oluşunun batıni mecburiyeti buraya dayanmaktadır. Hüküm veren öyle hüküm vermişse, kul “zahiren muhtar” olmaya “mecbur”dur. Birinci basamak bu!
Kulun özgürlüğünde “Batınen Mecbur” oluşunun bir ileri basamağı ise şöyledir: DuniHi algı ve zann’larından sıyrılmış bir kalp ile aklederek bu konuya açıklık getiren talib, Ehad, Samed, Vahid, Evvel, Ahir, Zahir ve Batın esmalarının manaları içerisinde kendisini takdim için kullandığı ‘BEN’’ manasının yerini ve bu mananın aslını ve de bu mananın sahibini görür. Görür de ‘’BEN’’ diyenin “Kim, Kimde, Kimden” olduğunu, MUHTAR olanın “Kim, Kimde, Kimden” olduğunu bilir. Anlar ki kul Rabbine mecburdur…
Ancak nefs bu bilgi ile bir girdap yaşayabilir. Dikkat edin lütfen, “bilgi ile” diyoruz, bu “idrak seviyesi ile” girdap yaşar demiyoruz; bu bilgiyle girdap yaşayabilir. İnsan nefsi, “bilgi” ile “idrak seviyesi”ni karıştırmayı sever, sahip çıkmayı sevdiği için. Bilgiye sanki o bilgi onun idrak seviyesiymiş gibi sahip çıkar, o da onu yanlışlara, girdaba düşürür. Buradaki bilginin yanlış kullanımına, ona sahip çıkışa, bu yanlışa çok sık rastlayabilirsiniz.
Ancak nefs bu bilgiyle şöyle bir girdap yaşayabilir: Kişi, yaptıklarının sorumluluklarını Rabbine yükleyip, “O istiyor ben de yapıyorum.” diyerek, Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’ni ve tercih özgürlüğünü bu sözlerle reddedip, kendisini kurulmuş bir robot gibi görebilir. Oysa nefs, bu idrak seviyesine gerçekten gelmiş olsa, böyle bir girdap söz konusu olmaz. Girdap yaşayanlarda sebep, nefsin ulaştığı bir idrak seviyesiyle değil, edindiği bilgiyle hareket etmesindendir.
2.B. Müstakillik İddiasıyla Zahir Batın Tanımı
Kişi hayatını duniHİ anlamda hürriyet ile yönetiyorsa ve Allah inancı da yoksa, iradesi için zahiren ve batınen kullanım tarzı diye bir bakış açısı da yoktur. Ancak kişinin Allah inancı var, ama duniHİ algı ve zann’larıyla davranıyorsa, böyle bir bakış açısını duysa etkilenebilir, fakat doğru şekilde izah edemez. Çünkü duniHİ algı sebebiyle “zahir” ve “batın” manalarını, “Müstakilen VAR ve Muhtar” olan Allah ve sonra da kendisine göre “Müstakilen Var ve Muhtar” olan kullara göre tanımlar.
3.A. Billahi Anlamda Hürriyette “BEN”
Billahi anlamda hürriyet sahibi Allah’a yöneldiğinde, yönelişinde, Allah’ın “Müstakilen VAR ve Muhtar” olan vasfı karşısında “BEN” diyerek takdim ettiği nefsin İlmullah’ta bir “Var Gibi Görünen” olduğunun ve “BEN” demesinin vehim kaynaklı ve zanni BEN hissi olduğunun bilincinde olarak ve Rabbinin verdiği yetkiyle Allah adına “BEN” diyendir. Bilir ki asli “BEN” deyiş Allah’ın Zatına aittir. Asli “BEN”, “Müstakilen VAR ve Muhtar” olan vasfı temsil eder. Daha önce de okuduğumuz bir ayet var:
Ta-Ha Sȗresi 14: ” İnnenî enellâhu lâ ilâhe illâ ENE: Muhakkak ki BEN, evet BEN Allahım. La ilahe illa BEN.”
‘’La ilahe illa BEN’’ kısmını bu tanımlarımızla söyleyince kolay anlayacağız inşaAllah. La ilahe illa BEN: “Müstakilen VAR ve Muhtar” olarak bir başka BEN diyen YOK’tur, ancak BEN.
İlmullah’ta Var Gibi Görünen bu kul, kullar arasında kulların varlık kurallarına göre vardır. Kullar arası ilişkilerde de Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’ne sahiptir. Ancak bu hürriyetin bir yetki olduğunu ve sınırlarını bilir, Allah’a yönelişinde Allah’a karşı bir hür olanın bulunmadığını da bilir. Kul, kullar arasında hürdür, ona bu yetki verilmiştir. O yetkiyi Allah’a karşı kullanmaya kalkmanın edep dışı olduğunu bilir, Allah’a karşı bir hür olanın bulunmadığını bilir.
3.B. “Müstakilen Varım ve Muhtarım” İddiasıyla “BEN”
DuniHİ anlamda hürriyeti yaşayanlar, Ahsen-i Takviym fıtratı örten Esfele Safiliyn formatları gereği duniHİ algı ve zann’larının etkisiyle vehmin zulmetine düşüp, nefslerinin şerri olarak kendilerini “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası ile kendi adları namına “BEN” diyerek takdim ederler. Böyle insanlar zannlarında hem müstakilen varlardır hem de asli muhtarlardır. “DuniHİ anlamda hürriyette olup da Allah inancı olmayanlar”ın bakış açısı böyledir.
“DuniHİ anlamda hürriyette ama Allah inancı olanlar”da durum nasıldır? Onların büyük çoğunluğu “Müstakilen Varım” hislerini tatmin için bir inanç sahibidir. İnandıkları dinin ilmîhalini uyguladıkları ölçüde Esfele Safiliyn’likleri biraz yontulmuş olur ve yukarıda inançsızlar için saydığımız özelliklerin birçoğu böylece maskelenir. O özellikler onlarda mevcuttur ama ilmihal sebebiyle maskelenmiştir. Konu dışı olarak örnek veriyorum. Diyelim ki bir gruba katıldınız, elli kişilik bir grupla bir camide salât ikame ettiniz. Bu bir ilmihaldir. O manzaraya bakarak “Elhamdülillah, din kardeşiyiz’’ dediniz ve biraz sonra içlerinden birisi “iman” konusunu açtı, iman konusu konuşuldu. Görürsünüz ki oradan elli farklı grup çıkar; her insan ayrı bir gruptur. Çünkü insanları birleştiren, kardeş yapan şey ilmihal olmuştur, oysa iman olmalıydı. İman konusu açıldığında tefrika oluyorsa, kavga çıkıyorsa kardeşlik nasıl olur? Eğer bir kişi burada bahsettiğimiz o duniHİ anlamda hürriyetle hayatını yönetiyorsa ama Allah inancı da var ve ilmihali de uyguluyorsa, o ilmihali uygulaması onun duniHi anlamda hürriyetle ilgili birçok şeyini maskelediği için ondaki duniHİ özellikler gözükmez. Ama bir şekilde arı kovanına çomak sokulursa hepsi ortaya çıkar, bir anda ortalık karışır. Herkes birbirini inançsızlıkla, kâfirlikle itham etmeye başlar. Zaten bu özellikten yararlanarak, dünyada Müslümanları birbirleriyle savaştırıyorlar. Savaşan Müslümanların birbirinden farkı ne? İlmihal; ilmihal yüzünden savaşıyorlar, iman sebebiyle değil. Bu örnekte anlattıklarımız konu dışıydı, parantezdi, kapattık, kaldığımız yerden devam ediyoruz.
İnandığı halde duniHİ anlamda hürriyetle yaşayanlar, farkında olmadıkları için Allah’a yönelişlerinde Allah’a karşı “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddialarıyla yönelirler. Bu iddianın şiddeti, azdan çoğa kadar değişen bir skala gösterir. Eğer, bu iddia “az” seviyesindeyse, o kişi Allah’a karşı mütevazi durur. Yani kendisi çaresiz, güçsüz, zavallı kuldur, Allah güç sahibidir. Kendi gücünü ve imkânlarını Allah’la kıyaslar, bakar ki kendisi çaresizdir. O kıyası niye yapar? Bir kul kendini Allah’la kıyaslar mı, öyle şey olur mu? Kıyaslamak iki ayrı yapı demektir, Allah’la kıyaslamak iki ayrı ilah demektir. O kıyası yapınca, bakar ki gücünün yetmediği bir varlık var ve ona inanıyor, o zaman mütevazı olur. Ama kişi “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasıyla duruyor! Eğer skalada o iddiası “az” noktadaysa bu kişi Allah’a karşı mütevazı durur. Peki, iddiası “uç” noktadaysa, “çok”taysa? İşte o zaman o, bazı hallerde Allah’a minnet eder, yaptıklarını Allah’a karşı koz olarak kullanır: “Senin için şunu yaptım, senin için şöyle yaptım, senin için böyle yaptım” der, minnet eder. Oysa Hucurat Sȗresi 17, Bakara 262, Bakara 264 ayetleri minnetin tehlikesini anlatır, kulların minnet etmesinin tehlikesini söyler ve Hucurat 17 özellikle uyarır: “Siz Allah’a minnet edemezsiniz, Allah size minnet eder.”
Hucurat 17: “Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak isterler. De ki: “Müslüman olmanızla beni minnet altında tutmayın. Hayır; eğer doğru kimselerseniz, sizi imana eriştirmekle Allah sizi minnet altında bırakır.”
4.A. Billahi Anlamda Hürriyet Kalbi İle Akleder
Billahi anlamda hürriyetle hayatını yöneten, Hac Sȗresi 46. ayet gereği, kalbiyle akletmeyi öğrenir. Bu kişinin hedefi, Lüb Nuru’nu kalbine hâkim kılmaktır; bu yüzden, Kur’an’ın verdiği aklı akleder ve değerlendirir. Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’ni kullanmaktaki yöntemi ise, Bakara 285’te öğretilen ‘’işittik ve itaat ettik’’ halidir, yetkisini bu yöntemle kullanır.
Ayrıca Hakk Yol’u tercihini engelleyen her hale tepki gösterir ve engellerle de mücadele eder. Billahi anlamda iman ve hürriyetle yaşayan kişi kalbi ile akletmeyi öğrenir.
4.B. DuniHi Anlamda Hürriyet Zann’larıyla Akleder
DuniHi anlamda hürriyette olan ise, DuniHi algı ve zann’larının Sadr’da oluşturduğu zann havuzu ile akleder. Bunu çok önemsemek gerekir inşaAllah, bu havuzu vücudumuzda arayıp bulmak ve kurutmak zorundayız. Yunus Sȗresi 36, Necm Sȗresi 28, Kasas Sȗresi 50, bize bu konuda uyarılar olan ayetlerdir.
Bu kişinin hedefi, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasını hayatına hâkim kılmaktır. Birisine bakıyorsunuz, eğer onun yaşantıdaki hareketleriyle camiye gelip gidişi birbirine uymuyorsa işte bu sebeptendir. Kişi camide rütbesizleşir, orada bütün rütbeler biter, çünkü herkes yan yana. Orada rütbesizleşen kişi dışarı çıkınca, ilişkilerinde faşist rütbesini yüklenirse, bu kişi heva ve heveslerinde kapitalist rütbesini, nutuk atarken de demokrat rütbesini yüklenir. Hedefi, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasını hayatına hâkim kılmaktır. Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’ni heva ve hevesleri doğrultusunda kullanır. Hatırlayın lütfen, Billahi anlamda hürriyeti hayatına hâkim kılanın yöntemi neydi? “İşittik ve itaat ettik; semi’na ve eta’na.” Halbuki duniHi anlamda olan kişi yetkisini “işittik, itaat ettik” yöntemiyle değil, heva ve hevesleri doğrultusunda kullanır. “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasını engelleyen her türlü hale tepki gösterir ve bu engellerle mücadele eder. Bu bakımdan kendimizi incelemeliyiz: “Mücadelem ne? Ben, benim Hakk yolu tercihimi engelleyen şeylerle mi mücadele ediyorum; yoksa “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiama ters düşen, onu engelleyen, ona hücum eden, onu yüceltmeyen, onu kutsamayan şeylerle mi uğraşıyorum? Ben kendime kimleri zararlı ilan ediyorum? Hakk yolumu engelleyenler mi, yoksa “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiamıza kutsama yapmayanlar, “Ben” takdimime değer vermiyor” dediklerimiz mi bizim mücadele ettiklerimiz? İşte bu özellikler insanları, “duniHi anlamda hürriyet” ve “Billahi anlamda hürriyet” kullananlar adı altında ayırır.
Eğer bir kişi İslam dininin kurallarını bu saydığımız özellikler çerçevesinde uyguluyorsa, o kişi “duniHi anlamda hürriyet” kullananlar sınıfına dâhil olur. İslam dininin ilmihaline uygun davranmaya çalışması, bu özellikler kendisinde varsa o kişiye yararlı olmayacaktır.
5.A. Billahi Anlamda Hürriyet-Özgüven İlişkisi
Billahi anlamda hürriyet ve duniHi anlamda hürriyette bir önemli kıyas yapacağız ki bu “hürriyet” ve “özgüven” ilişkisidir: Billahi anlamda ve dunihi anlamda olanlarda, Allah’ın verdiği yetki ve kişinin özgüveni ile ilişki nasıl olur?
Bu kıyaslamada prensip şudur: Kişi, kim adına ‘BEN diyorsa, o kimliğe güvenir, bu yüzden “özgüven” diyoruz… Kimin adına “BEN” diyorsa, kişi o “BEN” dediği kimliğe güvenir; o kimliğin gücü, kuvveti ve yetkileri çerçevesinde onda güven oluşur. Billahi anlamda iman sahibi kişi Allah adına ‘’BEN’’ der. Bu önce bir beyandır. Ama kişi bunu gerçekten bir hayat tarzı olarak gerçekleştirebilirse, onun ‘’BEN’’ deyişinin gücü, kuvveti ve yetkileri kimin adına ‘’BEN’’ diyorsa öyledir. İşte Billahi anlamda iman sahibi olup Allah adına ‘’BEN’’ diyen kişi bu hali, ne kadar gerçekleştirebiliyorsa o derecede Allah’a güvenir ve “Allahım, Sana inanır, Sana güvenir, Sana sığınırım (âmin)” duasını hem söyler hem de yaşar. Dolayısıyla, Billahi anlamda iman sahibi kişiden dışarı yansıyan ve özgüven olarak algılanan davranış biçiminin temelini, o kişinin “Öze güvenmesi, Esas Olana güvenmesi’’ oluşturur. Özgüven değil, Öz’e güven, Özündekine güven, Esas Olana güven oluşturur. Şehitlik mertebesini özleten, güzelleştiren, kolaylaştıran da budur. Böylece, Billahi iman sahibi kişinin özgüveni, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası içermez ve bu kişi Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’ni de böyle bir özgüvenle güvendiği kimlik için kullanır. Böyle insanlar, bu özgüvenle Billahi anlamda hürriyetlerini Hakk’ı savunmak için kullanırlar. Bu halleri de bu kulların Sadr’larının elbisesi olur; bu elbiseyi onur duyarak taşırlar. Bu kulların özgüvenleri, daimi salât halindedir.
5.B. DuniHi Anlamda Hürriyet-Özgüven İlişkisi
Bir de duniHi anlamda hürriyeti hayatına yönetim tarzı yapanın özgüven ilişkisine bakalım. DuniHi algı ve zann’larıyla Vehmin Zulmetine düşmüş olan kişi, nefsinin şerrini takdim amacıyla kendi adına ‘’BEN’’ derken, aslında “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasını ortaya koyar. Kur’an’ın diliyle, Enbiya Sȗresi 29. ayete göre ‘’ben bir dunihi ilahım’’ der. O artık, farkında olarak veya olmayarak, konuyu bilerek veya bilmeyerek ilan ettiği bu ilahın özgüveni içerisindedir. Yani, böyle insanlar “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddialarının kuvveti kadar, bu iddiaya olan aşkları ve bağlılıkları kadar özgüven duyarlar. Hissettikleri, dışarı yansıttıkları, dışarıdan alınan özgüvenleri çok tesirli olsun arzusuyla duniHİ güçler ilan ederler ve bu güçlerden destek alırlar. “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası çerçevesinde bir özgüven oluştuğu için bu iddiayı güçlü göstermeleri lazım. Özgüvenini “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasıyla, bu iddia çerçevesinde, iddiasının gücü kadar ortaya koymaya çalışanlar, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasını güçlendirecek ek bir şeylere ihtiyaç duyarlar, çünkü onlara ek destekler lazımdır. Bu yüzden, hissettikleri, dışarı yansıttıkları ve dışarıdan algılanan özgüvenleri çok tesirli olsun arzusuyla duniHİ güçler ilan ederler ve bu güçlerden destek alırlar. Burada da bir iki cümleyle yeri olan, ama onu esas konumuzda göreceğimiz şu hususa burada bir iki cümleyle hızla değinelim: DuniHi güçler ilan edenler, bu güçlerden destek alırlar. Kur’an’da bu çok geçer; “DuniHİ yardımcılar, duniHİ veliler edinmeyin, DuniHİ güçler ilan etmeyin.” diye. Fiziksel put edinmenin de sebebi budur; kişiler “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasını güçlü göstermek için, geçmişte bir put ilan etmişlerdir. Günümüzde ise, onların yerini almış birçok şey bu sınıfa girer. Böyle söyleyince kastımız, dünya yaşantısını ve dünyadaki mücadeleyi bırakalım değildir. Bütün onları “ne uğruna?” yaptığınız önemlidir. Zikrullah’ta bile, insan öyle bir noktaya gelir ki ‘’La ilahe illallah, La ilahe illallah, La ilahe illallah…’’ derken kendisini kontrol etmek için, “Allahümme ENTE maksudî ve RızaKE matlubî” diyerek tertip alır.”Ya Rabbi, maksadım, amacım Sen’sin; hedefim Sana ulaşmaktır.” diyerek, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasını def eder. Zikrullah’ı yaparken işe o iddia karışmasın ister. Bir Müslümanın dünya hayatında başarılı olmaya çalışması da bir Zikrullah’tır ama Allah adına yaparsa! Üniversitede okuyan bir genç kardeşimiz, eğer “Ya Rabbi; Allahümme ENTE maksudî ve RızaKE matlubî” derse, yani eğer tıp fakültesindeyse “Ya Rabbi ben bu tahsili yaparken Sen’in Şafi isminin uygulayıcısı olmaya talibim. Sen’in adına gayret ediyorum Ya Rabbi. İşlerimi kolay kıl, hayrlı kıl, mübarek kıl. Hallerimi İndinde makbul eyle, maksadım bunları yaparak sana ulaşmaktır, rızanı kazanmaktır” derse, onun tüm tahsili, tüm emekleri Zikrullah’tır. Ama bütün bunları bahsettiğimiz “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası adına yaparsa, o iddianın bir gücü olsun diye “etiketler” edinir.
DuniHi anlamdaki hürriyetleri tanımladığımız özgüvenle, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddialarında olanlar, bu özgüvenleriyle menfaatlerini takip ederler, menfaatlerini korumaya, menfaatlerini savunmaya çalışırlar. Neyin menfaatini? Müstakillik iddialarının menfaatlerini! Böyle insanların Sadrları kıyas, nefret, izzet arzuları ve kibirli davranışlarla doludur ve bu davranışlar onların elbisesini oluşturur; bu duygularla dolu davranışlarını elbise olarak taşırlar. Bazen bu hal dışarıdan o kadar gözükür ki halk arasında bu duruma “ne kibirli duruş” denir. Hâlbuki bunu söylerken kişi onu tanımıyor. Ama elbisesini gördü. Bir polisi, bir subayı, bir doktoru görünce üniformasına göre polis, subay, doktor der gibi, onun da Sadr elbisesi böyle bir görüntü verir; bu duyguların davranışları ondan dışarı öyle çıkar ki “kibirli insan” denir. Çünkü o “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasını ve o iddianın menfaatlerini savunmak için, korumak için özgüvenin hürriyetini kullanıyor, bu hali de onun sadrının elbisesi oluyor. DuniHİ anlamda hürriyet ve özgüven sahibi kişileri Nisa Sȗresi 173, Mülk Sȗresi 20 ve Mülk Sȗresi 21 ayetlerinden öğreniyoruz ve Billahi anlamda hürriyet sahibi kullarla dunihi anlamda hürriyet kullanan kulların Allah İndinde bir olmadıklarını da bize Mülk Sȗresi 22 bildiriyor.
Kulun özgüven şekli, dayanakları ve kullanımı o kulun dünya ve ahiret geleceğini hazırlar, yani kulun kaderini belirleyen en temel gerekçedir. DuniHİ anlamda hürriyetle özgüven sergileyen “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası sahibi kişilerin amaçlarının “bir izzet” olduğunu bize Meryem Sȗresi 81. ayet öğretiyor.
Bu grubun ahiret konumları nasıl “zıt ve nasıl olumsuz” olacak, bunu da Meryem Sȗresi 82. ayetten öğreniyoruz.
6.A. Billahi Anlamda Hürriyete Destek ve Müdahale
“Billahi anlamda hürriyete destek ve müdahale nasıl olur?” ve “duniHİ anlamda hürriyete destek ve müdahale nasıl şekillenir?” bu ikisini kıyaslamaya çalışacağız.
Billahi iman sahibi kul, Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’ni Hakk yolu tercih için kullanıyorsa da “Allah’ın RAZI”lığına o kadar arzuludur ki beşer özelliklerinden korkar ve “Allahım, Biiznillah ben kuluna lütfeylediğin Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’ne destek veriver, müdahale ediver, bu konuda beni bana bırakma (âmin).” diye dua eder. Böyle bir arzusu ve duası vardır. Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’ne destek; kul, nefsine zulmederken bile başlarken, müdahale esas anlamda KUL KADERİNE RAZI olduktan sonra olur ki inşaAllah RABBİ DE BU KULUNDAN RAZI olur. Müdahale bu iki uç hal arasındadır. Destek ve müdahale ile ilgili duanın kabulü sonucu artık o kulun gören gözü, tutan eli Rabbi olur. Bu müdahalenin ana üç basamağı vardır:
Birincisi; doğal süreçtir. Billahi anlamda iman sahibi kul, “o kulun gören gözü, tutan eli Rabbi olur” kuralına duniHİ algı ve zann’larıyla bakmadığı için, bu durum onun için zaten her an böyledir, “aksi söz konusu değildir” der. Allah’ın desteği, duniHİ algı ve zann’larından sıyrılarak baktığınızda, dışarıdan bir destek gibi değildir. O kulun Var Gibi Görünen hali, İlmullah’ta olduğu için doğal süreç olarak o kişinin eli, ayağı, gözü zaten İlmullah’ta Allah’a aittir. Rabbi, dışarıdan bir şekille ve destekle o kulun eli, ayağı, gözü değildir. Allah’ın rızası gereği, her kulda bu hal doğal süreç olarak vardır, Billahi anlamda imanda ve Billahi anlamda hürriyette olan kul bu doğal sürecin bilincindedir.
İkincisi; Yaşanabilir Hayat Normları’na müdahaledir. Anlattığımız doğal süreç zaten yürüyorken, şimdi bu doğal sürece bir müdahale vardır. Kişinin dua ederken kastettiği “esas müdahale” budur, diğeri zaten doğal süreçtir. İşte o doğal sürece bir müdahale vardır. Bu ikinci hal Yaşanabilir Hayat Norm’larına müdahaledir. Daha anlaşılabilmesi için birkaç ayetten ders yapalım. Okuyacağımız ayet, kader konuları izahı içerisinde, konuyu özellikle tasavvufi açıdan ele alanların çok kullandığı bir ayettir.
Enfal Sȗresi 17: “Attığın zaman da sen atmadın fakat Allah attı.”
Bu ayetin bu kısmı bazı izahçılar tarafından kader konusu içerisinde yaygın kullanılır ve maalesef kulun iradesinin özgür olmadığına delil gösterilir. Ancak doğru bir açıklama değildir. Buradaki durum, kulun Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’nin özellikle “Muhtariyet Gücü” kısmına, Allah’ın Yaşanabilir Hayat Normları içerisindeki müdahalesine bir örnektir. Tam bir müdahale vardır. Müdahalenin en önemli özelliği, kul normal Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’yle hareket eder ve yetkisine bir güç müdahalesi hissi de yaşamaz. Bu öyle bir müdahaledir ki biraz önce kulun kula desteği ve müdahalesinden bahsettik, ona hiç benzemez. Bizim beyin algımız normal dünya hayatının tek düze bakış açısına göre alışkanlık kazanmış olduğu için, “destek” denince kulun kula desteğinin algısını arar, ona “destek” der. Bir kul bir kula destekte bulunduğu zaman, destek alan kul onu “destek” olarak hisseder, o desteği yaşar, bilir, onun kendisine ek bir katkı olduğunu bilir. Oysa Rabbimizin bizim Yaşanabilir Hayat Normları’mıza bu müdahalesinin en önemli özelliği şudur ki kul normal Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’yle hareket eder ve yetkisine bir güç müdahalesi hissi yaşamaz. Bir müdahale vardır ama o müdahaleden Rabbi onu haberdar etmemişse kul onu kendi yapıyor zanneder, “destekleniyorum” veya “müdahale ediliyor” hissi yaşamaz. “Kendinde, Kendinden, Kendi” müdahalesi olduğu için o hissi yaşamaz.
Bir başka ayet: Tevbe 14: “Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rezil etsin.”
“Siz gidin, savaşınızı yapın ama o savaşınızı, o mücadelenizi yaparken siz hiç farkında bile olmadan sizin ellerinizle Allah onları cezalandırsın, onları rezil etsin” diyen bu ayet de müdahaleye bir örnektir.
Yusuf Sȗresi 24: “Andolsun ki kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhanını görmeseydi o da kadına meyletmişti.”
İsra Sȗresi 74: “Eğer biz seni sebat verip sarsılmaz kılmasaydık andolsun ki neredeyse birazcık meyledecektin.”
Bu okuduklarımız tabi “Kazanılmış Değişim”ini Hakk yolda yapmaya çalışanlara olan müdahaleler. Özellikle de şimdi okuduğumuz ayetler çok uç noktalar, Rasul ve Nebi’lerle ilgili müdahaleler. Çünkü müdahaleyi Kur’an’dan, ayetten örnekle anlatıyoruz. Dolayısıyla Kur’an’daki kıssaların bazıları müdahalelerin kıssalarıdır, Rasul ve Nebi’lere ait bu ayetler bir müdahalenin varlığını görmemiz içindir. Her kulun kendi Yaşanabilir Hayat Normları’na müdahale vardır da çoğu kere kul farkına bile varmaz. Bazı yorumlar yapabilir, bazen bir şeyler hissedebilir, ama birçoğunu da fark etmez. Aynı müdahaleler kulun affıyla ilgili de vardır. Bunu bazı ayetlerden öğreniyoruz; “siz öyle günahlar işliyorsunuz ki Allah GafurunHaliym olarak sizi bağışlıyor, haberiniz bile olmuyor.” deniyor… Kulun günahından da haberi yok, bağışlandığından da haberi yok… Böyle bir müdahale! Kul nasıl bir merhamet selinin içerisinde ama haberi yok! İman eden ve salih amel yapana, rüşdüne erebilmesi için sürekli müdahale hep var…
Üçüncü hal; Allah’ın müdahalesi kulun hayat tarzıdır. Bu üçüncü halde Allah’ın müdahalesi, o kulun artık hayat tarzıdır, müdahalenin olmadığı bir boşluk yoktur; o hayat tarzıdır artık. Oradaki hayat tarzı Allah’ın müdahalesidir veya Allah’ın müdahalesi o kulun hayat tarzıdır. Şuraya dikkat buyurun lütfen. Bu yüzden, orada da kul var olduğu halde, o hali tanımlamak için “kul kalkmıştır” gibi ifadeler söylenir. Aslında kul kalkmaz, kulluk kalkmaz ama Allah’ın müdahalesinin üçüncü hali dediğimiz bu hal bir nefs mertebesidir ve o öyle bir müdahaledir ki bu durum kulun hayat tarzıdır. Allah’ın müdahalesi olmayan bir boşluk olmadığı için, hayat sanki orada kul yokmuş gibi yürüdüğü için bu hayat tarzı sanki kul kalkmış gibi tanımlanır, ama kuldan kulluk kalkmaz. Mevkisi ne olursa olsun kul kuldur, Allah Allah’tır. Bu hayat tarzı da “rıza” üzerine yürüyen hayat sürecindedir. En başta her şey, her olay Allah’ın rızası üzerine olur, yürür, bu “doğal süreçtir” dedik. İşte rıza üzere yürüyen hayat sürecinden Rabbi razı olunca, o kulun gören gözü, tutan eli Rabbi olur ki bu hal hayatın tamamına tam müdahaledir.
Üç mertebe, üç basamak saydık: Doğal süreç, Yaşanabilir Hayat Normları’na müdahale ve Allah’ın müdahalesinin kulun hayat tarzı haline gelmesi. “Kulun gören gözü, tutan eli olur” dediğimiz bu üç basamaktaki üç idrak da çok önemlidir, çok kıymetlidir.
6.B. DuniHİ Anlamda Hürriyet Müdahaleye Tahammül Edemez
Hayatını duniHİ anlamda hürriyeti ile dizayn edenin, hayatını onunla yönetenin hürriyetine destek ve müdahale istemesi nasıldır, bir de buna bakalım. DuniHİ algı ve zann’larına dayalı bir hayat tarzı benimsemiş insanlar “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddialarının önemsenmesini, umursanmasını ve bu iddialarına saygı duyulmasını; bu iddialarının itibar kazanmasını, eğer mümkünse bu iddialarının önemli etiketlerle anılmasını hayati derecede önemserler ve takipçisi olurlar. Dolayısıyla “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddialarına ve bu iddia ile rahat davranış biçimlerine destek istemeleri, aramaları onlar için önemli işlerdendir. Bu sebeplerden ötürü, duniHİ güçler oluştururlar, duniHİ yardımcı ve veliler edinirler. Ancak “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasıyla kendi adı namına “BEN” diyen ve Kur’an anlatımıyla “ben bir duniHİ ilahım” diyen bu insanlar hürriyetlerine destek isterler ama müdahaleye tahammül edemezler. Billahi anlamda hürriyetle hayatını dizayn eden kul, “Ya Rabbi, hürriyetime müdahale et” diye duayla çırpınırken, duniHİ anlamdaki hürriyetle yaşayan kendisine müdahale edilmesine tahammül edemez. O kendisinin “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasına, duniHİ hürriyetine desteği sever; aslında o kendini güçlü gösterecek her türlü desteği sever ama müdahaleyi sevmez, buna tahammül edemez. Çünkü bir ilah bir ilahın desteğini ister ama ilahlığına müdahaleyi hakaret sayar. Oysa böyle insanlar fark etmeseler de onların kaderlerine Allah’ın müdahalesi vardır. Onlar talep etmese, istemese de müdahale vardır ama o farkında değildir; ama vardır. En korkunç müdahalelerden birisi şudur:
Bakara 7: “Allah kalplerini, kulaklarını mühürlemiş (hatemAllahu) ve gözlerinin üzerinde de bir perde vardır ve azim azap onların müstahakkıdır.”
Bakara 18: “Summün, bükmün, umyün fehüm la yarciȗn (sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, onlar artık rücu etmezler).”
İşte bu da bir müdahaledir ama kişi bunun hiç farkında değildir. Zaten Billahi anlamda olan da müdahaleyi his olarak bilmez, duniHİ anlamda olan da bilmez ama iki müdahale arasında böyle fark vardır. Billahi anlamda hürriyetle hayatını dizayn edenin gören gözü, tutan eli olurken, duniHİ anlamda hürriyetle hayatını dizayn edenin ise kalbini mühürler. Ayrıca Allah’ın öyle bir müdahalesi vardır ki Allah bir kulu saptırırsa artık o kul bir hidayet edici bulamaz, bu konuda Nisa 88, 115, 137, Maide 41, Ra’d 33, İsra 97 ayetlerine bakılabilir. Kur’an’ın bu konuda önemli uyarısı ise şöyledir: Enfal 19 ve İsra 8: “Dönerseniz biz de döneriz.”
Yasin Suresi 7-10. ayetleri de böyle bir müdahaleyi bildirmektedir; ancak önemli dersler vererek:
Yasin 7: “Andolsun ki onların ekseriyetinin üzerine o söz (şekavet hükmü) hakk olmuştur. Bu sebepten iman etmezler/iman etmemeleri sebebiyle…”
Yasin 8: “Muhakkak ki; Biz onların boyunlarına halkalar oluşturduk. O (halkalar) çenelerine kadar dayanmıştır. Artık onların başları yukarı doğru kalkıktır.”
Yasin 9: “Onların önlerinden bir set ve arkalarından da bir set oluşturduk da böylece onları bürüdük. Artık onlar görmezler.”
Yasin 10: “Onları uyarsan da uyarmasan da birdir; iman etmezler.”
Yasin-7. ayet bir Kader Matriksi cümlesidir. Söz konusu insanların diğer ayetlerde belirtilen hayat tarzları ve davranışları yani Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkileriyle tercihlerini inatla batıldan yana yapıyor olacaklarını bunlar yaşanmadan önce Allah bilerek bu doğrultuda hükümlerini şekavet ehli olarak vermiştir. Bu yüzden Yasin-7. ayet sonunda “iman etmezler” sözü söz konusu insanların hallerinin artık hükme bağlanmış olmasındandır. Ancak Yasin-7, 8, 9, 10. ayetler ile Yaşanabilir Hayat Normları üzerinden bir anlatım söz konusudur. Bu yüzden Yasin-7. ayetin sonu bu geçişi sağlamak üzere “iman etmemeleri sebebiyle” şeklinde de anlaşılabilir. Böylece hem Kader Matriksi’ndeki hükmün sebebi ortaya çıkar hem de Yasin-8, 9 ve 10. ayetlerdeki müdahale ve sonucun sebebi anlaşılmış olur.
Yasin-8, 9 ve 10. ayetlerden de öğreniyoruz ki küfründe inatçı olan ve bunun mücadelesini hayat tarzı haline getiren söz konusu insanların sadırlarındaki duniHi algı ve zann’ları Allah’ın müdahalesiyle o derece coşmuş, artmış ve zenginleşmiş ki kalp ve beyinlerini bu zann’lar kaplamış, “Müstakilen Varım ve muhtarım” iddiaları narsist seviyelere ulaşmıştır. Bu müdahale ile öyle bir mütekebbir hale ulaştılar ki kesin, tavizsiz, dik başlı, şımarık cimriler olmuşlardır. Böylece umursamaz, dinlemez ve anlamaz halleriyle kendi adları namına “La ilahe illa BEN” demektedirler; elbette ki bu insanlara artık tebliğ yapmanın bir manası ve gereği kalmamıştır. Çünkü artık iman kapısı onlara ebediyyen kapatılmıştır. Rabbimizin müdahalesiyle bu insanlara kendi tercihlerini yaşayabilmek çok kolaylaştırılmıştır.
Yasin Suresi 8, 9 ve 10. ayetler Yaşanabilir Hayat Normları cümleleriyle anlatım yapmaktadır. Çünkü inananların bu müdahaleden ders çıkarmalarını ve salih amellerine dikkat etmelerini amaçlamaktadır. Oysa aynı bilgiler zaten Kader Matriksinde de vardır, ama Kader Matriksi cümleleriyle. Ancak Kader Matriksi cümleleri amele temel olamayacağından bu yol uygulanmıştır.
DuniHİ algı ve zann’larıyla beraber kişide Allah inancı da varsa Allah’tan destek isterken “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası yine söz konusudur. Böyle insanlar istedikleri destekte kısaca şöyle demek isterler: “Allahım gücüme gücünle, imkânıma imkânınla destek ver.” İsteme biçimine lütfen dikkat edin! Billahi anlamda hürriyetle hayatını dizayn eden: “Allahım beni bana bırakma, beni benim gücüm zannettiğime bırakma, beni benim imkanım zannettiğime bırakma, SEN bana müdahale et” der. Allah’a inanıyor ama duniHİ anlamda hürriyetle hayatını dizayn ediyorsa o kişi “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası altındadır ama bu halini bilmiyordur. Ama bilmemek onu kurtarmıyor! Bilmiyor ama diyor ki: “Allahım benim bir gücüm var. Tamam, onu Sen verdin ama o benim gücüm, Sen ona kendi gücünle destek ver. Benim imkânım da var ama yetmiyor, Sen’in imkânın çok, imkânınla bana destek ver” manasına gelen bir yardım ister. Bu idrakla “Allahım beni bana bırakma” derse de duniHİ idrak ve zann’larının hâkim olduğu idrak sebebiyle bu sesleniş, “Ya Rabbi, beni Müstakilen Varım ve Muhtarım iddiamın yetersiz kapasitesi ile baş başa bırakma, bu iddiama destek ver, beni onunla yalnız bırakma” demektir. Billahi anlamda hürriyetle hayatını dizayn eden “Ya Rabbi beni bana bırakma” derken içinden “beni benim beşeriyetime bırakma” der. DuniHİ anlamda hürriyetle hayatını dizayn eden ise “benim Müstakilen Var ve Muhtar olan iddiamı, bendeki ilahlığı senin ilahlığınla güçlendir, ilahlığıma destek ver” demektedir.
7.A. Billahi Anlamda Hürriyetin Tatmin Noktası
Billahi anlamda hürriyet ve duniHİ anlamda hürriyeti kıyaslarken diğer kıyaslayacağımız nokta “hürriyet” ve “kalp-beyin” ilişkisidir, yani hürriyetin tatmin noktasıdır. Her iki grup hürriyetle nasıl tatmin olur? İki grubu kıyaslayabilmemizi kolaylaştırabilmek için önce şu iki kavramı ele almalıyız: “Kişinin tatmin olması” ve “Kişiliğin tatmin olması”. Burada bize yol gösterebilecek ipucu budur. İşte bu fark “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasında bulunmak ve bulunmamak farkıdır.
“Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasını terk etmiş haniyf vasıflı Halifetullah yetkili bir mü’minin kalbi, Ra’d Sȗresi 28. ayet gereği, ancak Zikrullah ile mutmain olur, huzur bulur.
Elbette böyle olunca Zikrullahı da tanımlamak lazım. DuniHİ anlamda hürriyetle hayatını yöneten, duniHİ algı ve zann’ları üzerine hayat tarzı oluşturan birisinin Allah’ın isimlerini zikretmesi de faydalıdır, Rabbim o yaptığı Zikrullah hürmetine onu yanlışlarından kurtarır inşaallah. Ancak o kişi yaptığı bu zikrullah denilen ibadetin içine girmez.
Zikrullah’ın en alt sınırını söyleyelim, Zikrullah’ın en alt sınırı nedir? Zikrullah’ın en alt sınırı, duniHİ algı ve zann’larını fark etmiş, reddetmiş ve bu zannların her türlü ortaya çıkışıyla mücadele eden bir kalbin Allah’ı unutmamasıdır, unutmamak için birçok yöntem geliştirmesidir. O kulun bu konuda uyguladığı her yöntem Zikrullah’ın içindedir. Böyle bir kulun hayal, düşünce, fikir, yorum, konuşma dili ve beden dili daim Zikrullah kapsamındadır.
7.B. Kişinin Değil Kişiliğin Tatmin Edilmesi
DuniHİ anlamda hürriyetle hayatını dizayn edenin kalp-beyin ilişkisi yani hürriyetinin tatmin noktası nasıldır? Burada “kişilik tatmini” söz konusudur, “kişinin tatmini” değil. Kişi, kişiliği tatmin edilirse tatmin olur. Kişilik denilen ise onun o iddiasıdır. Eğer son sözü ilk söz olarak söylersek, işte böyle bir tatmin hiç mümkün değildir! Çünkü kişilik tatmini demek, “doymayan nefsin tatmini”ne gayret etmek demektir. Doymayan nefs! Bir hadisten öğreniyoruz ki Efendimiz (SAV) böyle doymayan nefsten Allah’a sığınmıştır. Doymayan nefsi tatmin etmek kişinin değil, kişiliğin tatminiyle meşgul olmaktır ve o da mümkün değildir. Ayet ve hadislere göre mümkün değildir. Mümkün olmadığı için o nefsin adı “doymayan nefs” konulmuştur. İşte bu doymayan nefse sebep “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasında bulunmaktır, bu iddiayla kendi adına “BEN” demektir. Böyle bir insan Enbiya Sȗresi 29’a göre “Ben bir duniHİ ilahım demiş” olur.
Bu doymayan nefs neden vardır? Bir terazi düşünelim, terazinin iki kefesi var. Kefenin birine o nefsin vasfını koyalım. Vasfı nedir? “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasında bulunuyor, “duniHİ algı ve zann’ları”na göre heva hevesler üretip hayat tarzı oluşturuyor, “ilahlık iddiası”nda bulunuyor, “ilahlık hissiyatı” ile yaşıyor… İşte onun bu vasıflarını kefeye koyduk, tartacağız.
İlahlık hissiyatı, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası İndillah’da (Allah İndinde) Allah’ın “Ben İlah’ım” demesi ile aynıdır. Bir kulun “ilahım” iddiası veya başka bir kulu ilah ilan etmesi, Allah’ın “Ben ilahım” demesiyle aynı değerde, ölçüdedir. Şimdi düşünün, Allah’ın “İlahım” demesi derecesinde ilahlık iddiasında bulunan bir insanın bunun karşılığı olarak terazinin karşı kefesinde hiçbir şeyi yok. İşte nefsi çıldırtan budur. İddiasının karşılığı yok! Rabbinin ona dünya hayatını sürdürmesi için verdikleri bu iddiaya göre “yok” seviyesindedir. Yaptığı bu iddianın karşılığında onlar “yok” seviyesindedir. Niye “yok” seviyesindedir? Bunun delili Furkan Sȗresi 3. ayet, Neml 59-65. ayetler ve İhlâs Sȗresi 4. ayettir. Böyle bir karşılığı olan yoktur, olmadı, olamaz da! “Ve lem yekün lehû küfüven Ehad.” Öyle bir kapasite yok. Şimdi bu insanı düşünün, bu insan tatmin olabilir mi? Elbette sonuçta saçmalayan nefs çıkar. İşte o saçmalayan nefsin ismi, Nefsin Şerri’dir. Nefs bu şerre göre bir hayat tarzı oluşturur; işte bu batıl hayat tarzı ki o da Vehmin Zulmeti’dir. Bunlar birleşince sonuç olarak doymayan nefsi çıkarır, o nefs doymaz, tatmin olmaz. Doymayan nefsin hiç mi tatmin olması yoktur? Vardır: Tatminsizlikle tatmin olur! Tatminsizlik onu yeniden tatmin aramaya yönlendirir; yeniden, yeniden, yeniden… Ömrü böyle kısır döngü içinde geçer gider. Onun tatmin heyecanı budur: Tatminsizlik! Ancak böyle insanların “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiaları okşanırsa sevinirler (Zümer 45).
Hayatımızın içinden bu konuya bir ek yapalım: İnsanın ilahlık hissiyatının karşılığı olacak bir kapasitenin, bir gücün kendisinde bulunmaması o insanda çeşitli hırslara yol açar. Nefsinde duyduğu ilahlık hissiyatını dengelemek veya tatmin etmek gibi sebeplerle maddi imkânlar, mülkler ve mevkiler edinmek için sürekli bir gayret içerisinde olarak dünya hayatının akışını gerçekleştirirler. Dünya hayatı içerisinde bütün bunlar normal gibi görülürken, bilimsel çalışmaların hedefi bu normal gibi görünenleri çok ileri taşıyacak sonuçlar elde etmektir, edecektir de. Bu teraziyi dengelemeye çalışan bilimsel çalışmalar hayata hâkim olacaktır. Bu konular, yapay zekâyla, beyin gücünü çeşitli bilgisayar çipleriyle artırmak gibi çalışmalarla başladı, çok hızlı da ilerliyor. Göreceğiz ki belki 40-50 yıl sonra o dönemin insanları ilahlık hissiyatlarını keşfetmiş olacaklar. Bugün zorlandığımız, anlatmak için çırpındığımız bu kriter o günlerde çok belirginleşecek. Çünkü günümüzdeki kriterler o kadar farklı ki bu anlatmaya çalıştıklarımızı örtüyor. Ama 40-50 yıl sonraki dünya hayatı içerisinde (ki bu uzun bir süreç de değildir, yarın demektir, dünya için hemen yarın demektir) insan ilahlık hissiyatını keşfedecek ve bunu o kadar kuvvetli hissedecek ki artık onu dengelemek için mevkiyle, parayla uğraşmayacak. Dengelemenin onlarla olmadığını veya bir put edinerek bu gücü kazanamadığını görecek. O zaman ona kendisince daha gerçek güçler lazımdır… İşte onun için teknolojiden yararlanacak ve teknolojik gelişmelerle kendisine kapasite kazandırmış olarak bir “ilahlık hissiyatı” elde etmeye çalışacak ve dolayısıyla geleceğin yaşantısı içerisinde insanlar arasında mücadeleler ilahlık hissiyatlarının savaşlarına dönüşecek. O zaman da o ilahlık hissiyatlarının güçleri teknolojik olarak ortaya konulmuş, çeşitli buluşlarla desteklenmiş kapasiteler olarak, insanın kullandığı ek kapasiteler olarak gündeme gelecek. Böylece çok farklı bir hayat tarzı başlamış olacak ve “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasıyla Billahi anlamda imanın ilişkisi işte o günlerde aşikâr olacak ve şimdi anlatmaya çalıştığımız bu anlatımlar esas o zaman önem kazanacak. Dini anlayabilmek için, o günün yaşantısının şekliyle dinin anlatılmasına ihtiyaç olacak. O günlerin hayat tarzında insanlar arasındaki güç göstergeleri çok farklı olacak ve beyin-kalp kullanımı verileri ön plana çıkacak… İşte o günün dünyasında birçok ayet daha iyi anlaşılabilecek. Örneğin:
Şuara 88-89: “O gün mal da fayda vermez oğullar da… Ancak Allah’a Kalb-i Selim ile gelmiş kimse müstesna.”
İnsan öldükten sonra hesap günü için ahirete mal götürebilir mi? Hesap gününde malla gelmeniz mümkün değil? Kişi oraya oğullarını götürebilir mi? Aynı konuda inananları Sebe Sȗresi 37. ayet de uyarmaktadır:
“Sizi yaklaştırıp indimizde yakınlık sağlayacak olan ne mallarınız ne de evladınızdır. Ancak iman edip salih amel işleyen müstesna. İşte onlar için karşılığı kat kattır. Onlar (cennet) odalarında güven içindedirler.”
Dolayısıyla, Şuara Sȗresi 88 ve 89. ayetler bize “o gün Kalb-i Selimle gelmiş kimse müstesna”yı anlatıyor. Kalb-i Selim’de ne var? Kalb-i Selimde Kur’an var, Kur’an aklı var. Akıl dediğiniz yerde kalp-beyin ilişkisi var demektir. Kalp-beyin ilişkisinin günümüzde kullanılan teknolojideki karşılığı nedir? Bilgisayar, internet, veri tabanı… Kalb-i Selim de bir veri tabanıdır. Bu ayet bize diyor ki, “kalbinizi Kur’an veri tabanına getirmeniz sizin için faydalıdır.” O gün ancak böyle gelen kişi müstesnadır. Bu ayeti bu bahsettiğimiz gelecek hayat tarzı içerisinde insan daha iyi anlayabilecektir; buna benzer ayetler, karşılığında bir amel bulacaktır.
İnsanların kendilerince uğur getireceğine inandıkları bir şeyler edinmeleri veya bir put edinmeleri de kendilerindeki “ilahlık hissiyatı”nın karşılığı kapasiteyi tamamlayabilme, destekleyebilme gayretidir. Günümüzde “batıl” dediğimiz çok yaygın şeyler de bundandır: “Kendilerindeki ilahlık hissiyatı”nın olmayan kapasitesini kendilerince destekleyebilmek için uğur saydıkları şeylere sığınırlar veya bir ek put edinirler.
8. Billahi Anlamda Hürriyet ile DuniHi Anlamda Hürriyet Arasındaki En Önemli Fark “KONUŞMA DİLİ”dir
“Billahi anlamda hürriyet” ile “duniHİ anlamda hürriyet”in Yaşanabilir Hayat Normları içerisinde gözle görülebilir nitelikteki en önemli farkı, “KONUŞMA DİLİ”nin birbirinden çok ayrı, çok farklı olmasıdır.
DuniHİ anlamda hürriyetin konuşma dili o nefsi ahirette cehennem hayatına hazırlarken, Billahi anlamda hürriyetin dili ise cennet hayatına ve cennet ortamının diline hazırlar. Konuşma dili bir çeşit son üründür. Perde arkasında hayal, fikir, düşünce ve yorumlar vardır. Ancak nefs mücadelesi son ürün olan “Konuşma Dili” üzerinden başlar.
Muhammed Sȗresi 30: “Dileseydik elbette onları sana gösterirdik de simalarından kesinlikle tanırdın. Yemin olsun ki sen onları kavlin lahnında (sözün kastında) tanırsın. Allah amellerinizi bilir.”
Dikkat ederseniz, ayet inkarcılarla inananlar arasında tanınabilecek tek bir kriter söylüyor: Onları sözlerinin kastından tanırsın. İşte bu yüzden “konuşma dili” gözle görebileceğimiz en önemli farktır. Bir kişi ilmihali yerine getiriyor ama duniHİ anlamda hürriyetin dilini kullanıyorsa bu olmayacak bir şeydir, olmaz! Yani cennete talip olmuş ama cehennemin dilini konuşuyor. Olmaz! Bütün bu sebeplerden dolayı “konuşma dili” ile ilgili pek çok ayet ve hadis vardır. Ancak bu ayet ve hadislerdeki öneriler “iyi insan” olma öğütleri gibi algılanırsa, yanılgı da kayıp da büyük olur.
Burada “Kazanılmış Değişim” için önemli bir matematik vardır. Halifetullah vasıflı insan duniHİ algı ve zann’ları sebebiyle “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasında bulunarak “ilah hissiyatı”na girer. Ancak kendisinde oluşan bu ilah hissiyatının karşılığı kapasite kendisinde bulunmadığından “edepsiz bir ilah” vasfı gösterir. İçinde yaşadığı toplumun insanları da böyle olduğu için, edepsiz ilah vasıflarıyla birbirlerine davranışları edepsizliklerini de coşturur. Böylece “edepsiz ilah yaşantısı” normalleşir ve bir kusur gibi gözükmez. Dolayısıyla edepsiz ilahın hayalleri, fikirleri, düşünceleri, yorumları, beden dili ve konuşma dili de edepsizleşir. Edepsiz ilah hissiyatının dışa vuran bu edepsiz konuşma dili Kur’an açısından “yalan, iftira ve batıl” olarak nitelenmiştir. Olumlu yönde “Kazanılmış Değişim”e talip olanın bu konuşma dilinden kurtulması gerekir. Bu edepsiz konuşma dilinden kurtuldukça Billahi anlamda hürriyet kalbe yerleşir, Billahi anlamda hürriyet yerleştikçe de edepsiz konuşma dili silinir.
Rasulullah (SAV) Efendimiz buyurmuşlardır ki: “Geçmiş tüm Nebi ve Rasuller sürecinde devam ede gelen bir söz vardır: Utanman yoksa dilediğini yap.”
Bu durum Kur’an’da “ittika” olarak geçer, yani utanarak Allah’tan korkmaktır. Bu halin bedensel dili ise rükû halidir. Allah’tan utanarak korkmayı yaşantısı içerisinde rükû haline getirenler, “rükû edenlerle rükû ediyor” olurlar.
İnsan, Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’ni mümkün olduğunca Hakk yolu tercihte kullanır ve “Kazanılmış Değişim”ini Hakk yolda tamamlarsa, o insanın “Kader Manası” içerisindeki ahiret konumu cennet olarak hükme bağlanır. Hayat akışını baştan sona doğru basamaklandırınca durum bu söylediğimiz gibi cereyan eder. Eğer basamaklandırmayı “sondan başa” doğru yapacak olursak, ilk cümlemizle tamamen aynı manaya gelmekle beraber cümle şöyle olur:
“Kader Manası”nda o insanın ahiret konumu cennette dilenmişse “Kader Matriksi”nde kendisine hükümle verilmiş olan “Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi”ni “Yaşanabilir Hayat Normları” içerisinde hakkını vererek değerlendirecek ve kendisine kolaylaştırılmış olarak “Kazanılmış Değişim”i cennet yaşantısı doğrultusunda gerçekleştirecek olmasındandır.
Sonuç olarak kader konusu içerisinde insanın rolü, kendisi açısından çok önemlidir ve bu rol kapsamında da Billahi anlamda hürriyetin hayali, fikri, düşüncesi ve yorumları, dolayısıyla beden dili ve konuşma dili olmazsa olmaz niteliğindedir.
Mü’minun 3: “Ve onlar ki lağvdan (yalan söz, boş söz, batıl sözden) yüz çeviricidirler.”
Furkan 72: “Ve onlar ki zûr’a (yalana, faniye) şahitlik yapmazlar. Lağv’a (batıl söze) rastladıklarında şereflice geçip giderler.”
Meryem 62: “Onlar orada (Adn cennetlerinde) lağv değil ancak selam işitirler.”
Nebe 35: “Orada (cennette) ne bir lağv ne de bir yalan duyarlar.”
Gaşiye 11: “Orada (cennette) lağv işitmezler.”
Hac 24: “Ve onlar cennette hem kavilden tayyip olana hidayet olunmuşlardır hem de Hamid’in Sıratı’na hidayet olunmuşlardır.”
Bu ayetlere topluca baktığımız zaman öğreniyoruz ki: DuniHİ algı ve zann’larına, dolayısıyla “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasına sırtını dönen Billahi anlamda iman sahibi mü’min, Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’yle tercihini Billahi anlamda özgürlük için kullanıyor ve duniHİ anlamda özgürlüğün hayal, fikir, düşünce yorum, beden dili ve konuşma dilinden de sakınıyor, bütün lağvlardan yüz çeviriyor… İnşaAllah Rabbi kulun bu halinden RAZI olup onu cennetine alınca orada da bir lağv ve yalanın olmadığını gören kulun işittiği ancak SELAM’dır. Bu durumu müjdeleyen ayetlerden birisi Ahzap Suresi 44 ayettir:
“O’na kavuşacakları gün onlara tahiyyesi “SELAM”dır, Onlar için keriym bir ecir hazırlanmıştır.”
DuniHİ algı ve zann’ları “sadr”ı formatlayıp sanki “kalp”miş gibi davranarak, beyne impulslar gönderir. Bu yüzden beynin faaliyet hücreleri de bu duruma göre tertip alır. Yani Sadr’dan gelen impulsları Kalp’ten geliyor sanarak onları fiillere dönüştürürler. Böylece beyinde de duniHİ algı ve zann’larına göre bir format oluşur. Beyinde bu formattan daha derin bir iz oluşturularak formatın fonksiyonsuzlaştırılması gerekir. Talib bu konuyu hayatının çok önemli bir önceliği haline getirerek mücadele etmelidir. Bu açıklıyor olduğumuz mücadele nefs terbiyesinin en hızlı ve en etkili yöntemidir. Ve alınan mesafenin kalıcı olması daha mümkündür.
Şimdi de “KONUŞMA DİLİ”mizi Hakk yola çevirmek için nasıl bir yöntem izleyeceğimizi maddeler halinde sıralayalım:
8.1) Zann’lara dayalı fikir ileri sürmekten, iddiada bulunmaktan sakınmak.
Bir kişi veya bir konu hakkında yalnızca zann’lara dayalı olarak fikir ileri sürmek, yorum yapmak veya bir iddiada bulunmak halinden kesinlikle sakınılmalıdır.
Dolayısıyla daima “ben bu konuyu biliyor muyum, yoksa şu anda uyduruyor muyum?” diye kendimizi kontrol etmeliyiz. “Ben böyle zannediyorum, eminim, yanılmam” diyorsanız, yanlışın içindesiniz demektir. Zannınızın doğru olma ihtimali olsa bile bu huydan vazgeçin ki beyindeki formatı bozabilelim, onun fonksiyonunu silebilelim.
İsra Sȗresi 36: “Hakkında ilmin olmayan şeyin ardına düşme (izleme). Muhakkak ki Sem, Basar ve Fuad işte onların her biri o işten sorumludur.”
Nur Sȗresi 15: “Çünkü onu (o zannı) dillerinizle dolayıp hakkında bir bilginiz olmayan şeyi ağzınızla konuşup duruyor ve bunu önemsiz, basit sanıyorsunuz. Oysa O, Allah indinde azimdir.”
İnsan, duniHİ algı ve zann’larıyla davranarak “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasında bulunmuştur. Bu durum onda “ilah zannı”nı oluşturur. İşte böyle bir küfrün izidir ki hala biz o zannları günlük yaşantımızın içerisinde de kullanırız; böylece küfre yol açan hücreleri de fonksiyonel tutmuş oluruz. Bu konuda Rasulullah (SAV) Efendimiz buyurmuşlardır ki: “Zanndan sakının. Çünkü zann sözlerin en yalan olanıdır.”
Bir konu veya kişi hakkında bir cümle söyleyeceğimiz zaman, bu bizim zannımız mıdır, yoksa kesin bildiğimiz bir şey midir ona bakmamız lazım. Kesin bilinen, sizin için belgeleri olan bir şey midir; yoksa siz bir zann’da mı bulunuyorsunuz? Eğer böyleyse o zann’lardan sakınmak, kesinlikle onu söylememek, söylememek için gayret sarf etmek gerekir. Çünkü biz beyindeki bu işleri yapan dosyaları kapatmaya çalışıyoruz. İnsan duniHİ algı ve zann’larıyla davranarak “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasında bulunmuştur. Bu durum onda “ilah zannını” oluşturmuştur. İşte bu iddia beyinde böyle bir dosya açtı. Siz normal hayatta zannlarla hareket ederseniz, “ilah zannı”nın açtığı dosya hep fonksiyonel kalır. Sanki ilgisi yokmuş gibi sanarsınız ama bunlar “ilahlık hissiyatı” dosyasının ürünüdür.
8.2) Kıyas cümleleri kurmaktan sakınmak
Hakk manalı kıyas yapmayı öğreninceye kadar her türlü kıyas cümlesinden mümkün olduğunca sakınmak gerekmektedir. Tehlikeli olan; duniHİ algı ve zann’ları hâkim olan bir sadr ve beyin ile kıyas nimetini kullanmaya çalışmaktır. Çünkü duniHİ algı ve zann’larının hâkim olduğu sadr ve beyin ancak “nefret kökenli kıyas” yapar ve bu kıyasın bir adım ötesi “göz dikmek”tir. Bu konuda detaylı bilgiyi “Şeytanın Avukatı” kitapçığında bulabiliriz. Nefret kökenli kıyas, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasında bulunan ilah hissiyatlı insanların tanrılar savaşıdır. Tanrılar savaşı, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasındaki insanların o kadar normal bir yaşantısı olmuştur ki onlar bu savaşa “hayat mücadelesi” diyerek kendilerini kandırırlar.
Ta-Ha Sȗresi 31, Kehf Sȗresi 28, Tevbe Sȗresi 55, Tevbe Sȗresi 85, Hud Sȗresi 113, Hicr Sȗresi 88, Nisa Sȗresi 32. ayetler, inananları “nefret kökenli kıyas” yapmamaları ve “göz dikmeme”leri konusunda uyarmaktadır.
“Kazanılmış Değişim”i Hakk yolda gerçekleştirmek isteyenler için “nefret kökenli kıyas” ne derecede tehlikelidir? Oysa “Kazanılmış Değişim”i batıl yolda tamamlamak arzusunda olanlar için bunun nasıl bir kaçınılmaz fırsat olduğunu anlamak için birkaç hadis görelim.
Hz. Aişe (r.a.) validemiz Rasulullah (SAV) Efendimize Hz. Safiye (r.a.) validemizin boyunun kısalığından söz eder ve Efendimiz (SAV) Hz. Aişe (r.a.) validemize şöyle cevap verir: “Ya Aişe, öyle bir şey söyledin ki bu söylediğin denize karışsa deniz kirlenir.”
Hadisi incelediğinizde yapılan kıyas, yaşadığınız günlük hayat içerisinde çok basit, sıradan ve daha ilerileri sıkça yapılan olarak görülür. Dikkat ederseniz görürsünüz ki tehlike çok normalleşmiş!
Ayrıca bir başka hadiste Rasulullah Efendimiz (SAV) buyurdular ki: “Eğer dünyaya gereğinden fazla bağlanmazsan Allah seni sever, insanlara verilenlere göz dikmezsen insanlar da seni sever.”
8.3) Her türlü suçlama içeren cümle kurmaktan sakınmak
“Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasında bulunan insanın farkında olarak veya olmayarak en çok kızdığı, en çok sevmediği, hatta çevresinde bulunmalarından rahatsız olduğu şey yine “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasında bulunan ve bu iddiayı ortaya koyan diğer insanlardır. Çünkü bir ilah diğer bir ilahı kabullenemez. “İlah hissiyatlı olanlar topluluğu” daim bir mücadele ve kavganın içerisindedir. İşte “tanrılar kavgası olan bu yaşantı” içerisinde insanların en önemli silahları, diğer bir insanı veya bir şeyi suçlamaktır. Böylece küçük düşürme, noksan gösterme, susturma, çaresiz hale getirme, itibarsızlaştırma, pişmanlık yaşatma gibi şeyleri hedeflerler ve bu hedefleri gözetirken başkasını veya başka şeyleri suçlayarak, kendi itibarını kurtarma gayreti de sergileyebilirler.
Aslında bu suçlama yöntemi, hesap günü Rabbine karşı kendisini masum göstermek isteyenlerin başvuracağı yöntemin dünya hayatındaki izidir. Kişi bu suçlama yöntemiyle hesap gününde anne ve babasını dahi suçlamaktan çekinmeyecektir. Ancak bu suçlama yöntemi hesap günü bir itibar görmeyeceği gibi, dünya hayatında da Hakk yolda “Kazanılmış Değişim”i hedefleyenler için yanlış bir konuşma tarzıdır. Onun beyinde fonksiyonsuzlaştırılması gerekir.
“Onu söyleme, bunu söyleme, aman dikkat et, öyle deme!” denildiğinde, kişi “peki, derdimi nasıl anlatacağım?” derse, ona “sen anlatmaya gayret et” deriz. Çünkü başka bir anlatma yolu bulacaksınız ve bulacağınız bu yol daha saygın cümleler içerecektir. Sonuçta kişi her konuşmasını Allah ile ilişkilendirmeyi öğrenir ki bu durumda her konuşma “dua” niteliği kazanır, böylece insanlar “daim Allah ile” olurlar.
Bir hadisten öğreniyoruz ki Rasulullah (SAV) Efendimiz “Konu eğer şeytan ise siz yine suçlamayın, suçlayıcı cümle kurmayın.” diye bizi uyarmaktadır. Hadis şöyle: Rasulullah (SAV) Efendimiz bir gün devesinin terkisine binmiş bir kimseye öğüt veriyordu: “Sen üzerindeyken bineğin olan hayvan tökezleyecek olursa, sakın ‘kahrolasıca şeytan, sen yaptın’ deme. Çünkü böyle söylersen o şeytan bir ev kadar oluncaya kadar büyüdükçe büyür ve ‘kendi kuvvetiyle yaptığı’nı söyler. Ancak sen şöyle söyle: Bismillahirrahmanirrahim. İşte şimdi o şeytan muhakkak ki bir sinek oluncaya kadar küçülür.”
Suçlama cümlelerinde insan, Esfele Safiliyn formatın tabiatı ve görevi gereği Allah’ı devre dışı bırakmaya çalışır ve cahil insan bilerek veya çoğu kere bilmeyerek Esfele Safiliyn’in bu hamlesinin uygulayıcısı olur, yani “ve la havle ve la kuvvete İlla Billâh” kuralına muhalefet eder, insan bunu fiilleriyle yapmış olur. Bu ve diğer birçok sebeplerden dolayı “ve la havle ve la kuvvete İlla Billâh” çok önemli bir zikrullahtır ve insan için “cennet vesilesi” niteliğindedir.
8.4) Şikâyet niteliğindeki her türlü cümleden sakınmak
Suçlamaları yakınma ve kınama içerikli cümleler haline getirirseniz şikâyet cümleleri oluşur. Şikâyet; şekavet ehlinin yani şakinin dili, konuşma tarzı manasınadır. Aslında mana böyle olunca izah da gerekmez ama… Esfele Safiliyn format gereği insanın dili, şikâyeti çok sever ve şikâyet ettikçe Esfele Safiliyn format rahatlığını “Oh be, rahatladım” diyerek itiraf eder. Unutmayın ki şikâyet diline Kader Manası kapalıdır, Hakk yolda Kazanılmış Değişim kapalıdır. Çünkü şikâyet dili, gerçek manada şükretmekten perdelidir. Şikâyet dilinin dile geldiği insanda heva ve hevesiyle ilgili menfaatleriyle uyumlu sahte bir şükür veya teşekkür mekanizması geliştirmiştir. Ey insan! Bilmelisin ki şikâyet dilinin altında yatan esas unsur Allah’tan nefrettir. Çünkü Esfele Safiliyn format, Allah’tan nefret üzerine bina olmuştur. Şikâyet dilini alışkanlık haline getiren insan Allah’a olan nefretini, Allah’ın kurallarını karalayarak, onlarla didişerek, onları inciterek de sergiler de cahil olduğundan farkında bile olmayabilir.
8.5) Hakk olmayan halleri aklayan cümlelerden sakınmak
Bazı insanlar Hakk olmayan halleri bilerek bilinçli ve bir plan dâhilinde aklarlar ki onlar Kazanılmış Değişim’lerini batıl yolda tamamlamak isteyenlerdir. Bu gruba giren insanlar bu anlatımın muhatabı da değildir. Bazı insanlar bu aklamayı kendileri açısından yaparlar; bir hatalarını örtmek, vaziyeti kurtarmak için yapabilirler. Bazı insanlar da bu konuda o kadar maharet sahibi olur ki kendisi de bu yeteneğinin farkında olduğu için, vaziyeti kurtaracağını bildiğinden hatalarla yaşar, hatalarda kolaylık ve alışkanlık yaşar. Bazı durumlarda da insanlar Esfele Safiliyn’in sahte vicdan oyununa düşer ve önem verdiği veya sevdiği bir insanı kendisince temiz göstermek için yapar. Ama bütün bu sebepler ve davranışlar kişinin Nefsi Levvame halini bozar ve kişi Kazanılmış Değişim’i Hakk yolda başlatamaz, başlatsa bile ilerleyemez ve durmadan başa döner. İçine düştüğü bu kısır döngüyü fark ederse de bir türlü sebebini bulamaz. Ancak bilinmelidir ki Hakk olmayan halleri aklamak tamamen bir şeytan yöntemidir.
Bakara 42: “Ve Hakk’ı batılla karıştırmayın Bilip dururken Hakk’ı gizliyorsunuz.”
Necm 32: “Bunun için kendinizi temize çıkarmayın, batıl halinizi savunmayın.”
Nisa 105: “Hainlerin savunucusu olma.”
Nisa 107: “Kendi nefsine hainlik edenleri savunma.”
Nisa 109: “İşte siz, dünya hayatında onları (hainleri) savundunuz, onlar için bir mücadele ettiniz diyelim, ya kıyamet günü onlar için Allah’a karşı kim mücadele verir? Yahut onlar üzerine kim vekil olur?”
Öncelikle yapmamız gereken, konu ne olursa olsun, kendimizle veya başkasıyla ilgili yanlışı örtmeye gayret eden beyin hücrelerimizi fonksiyonsuzlaştırmalıyız.
8.6) “BEN” derken kastedilen kimliği yücelten veya öven cümlelerden sakınmak
İnsanların “BEN” diyerek takdim ettikleri kimliği yüceltme veya övme gayreti Allah’a karşı uydurulan ilahları kutsamanın, yüceltmenin ve övmenin Esfele Safiliyn formattaki izidir. Bu izi fonksiyonsuzlaştırmak çok önemlidir. Çünkü “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddia ile yaşanan “ilah hissiyatı”nın en çok hoşlandığı şey yüceltilmek ve övülmektir. Bütün bu sebeplerden dolayı öncelikle yüceltilmeyi ve övülmeyi istememeliyiz, böyle şeylerden hoşnutluk duyan halimizi onarmalıyız. Sonra da, bir başkasının Hakk yolundaki Kazanılmış Değişim’ine zarar vermek istemiyorsak, onun “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasını canlandıracak davranışlardan kaçınmalıyız.
Bu durumda “birisinin güzel bir davranışını takdir etmeyecek miyiz?” diye sorabilirsiniz. Bu soruya “böyle bir durumda çocuğa nasıl davranılması gerektiği” ile cevap verelim. Öncelikle bilmeliyiz ki yapılan güzel bir işi, güzel bir davranışı takdir etmek, bu durumun hakkını vermek sakıncalı değildir. Eğer kişi bu takdir ve övme üzerinden bütün bunları vesile ederek kendisinin veya başkasının “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasını tasdikleyerek “ilahlık hissiyatı”nı motive eden, coşturan, hatta pekiştiren bir davranışa girerse; üstüne üstlük bundan kendisi ve bir başkası haz alıyorsa, işte bu şimdi şirk kapsamında olur. Efendimiz (SAV) zamanında bu yüceltme ve övme ile toplum öylesine meşguldü ki insanları canlıyken yüceltmeleri yetmiyor, bir de mezarlarına giderek o işi yapıyorlardı. İşte bu durumun yanlışlığını anlatmak ve bu hali kınamak için “Tekasür Sȗresi” gelmiştir. Bütün bunlardan sonra: Anne-baba bir güzel işi veya davranışı nedeniyle çocuklarını takdir etmek için eğer “Sen işte busun! Ancak sen başarabilirdin zaten! Seninle gurur duyuyorum! Sen çok üstün bir çocuksun. Seni kimse geçemez. Seni kimsenin geçmesine izin vermemelisin. Sen kimin çocuğusun… Elbette böyle olacaktı sonuç!” gibi cümlelerle yaklaşırsa, çocuk hiç farkında olmadan her türlü başarı ve başarısızlığı “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasına bağlar ve bunun hazzını veya ızdırabını yaşar. İçinde yaşadığı toplumda da yine hiç farkında olmadan tanrılar savaşının bir neferi olarak bulunur. Eğer bu anne baba Kazanılmış Değişim’lerini batıl yolda tamamlamak istiyorlarsa onlar için bu durum kaçınılmaz derecede doğru bir ameldir ve çocuğun ilerisine de güzel bir yatırım yapmış olurlar!
Geldiğimiz bu noktada şu ayet önemlidir:
“Ve ma tevfiki illa Billahi: Her muvaffakiyet ancak Allah iledir.” (Hud 88)
Manayı bir ileri taşırsak: Ayrıca başaran yok, İlla Billâh!
Manayı biraz genişletirsek: Başarıları da başarısızlıkları da insanın “Müstakilen Var ve Muhtar” olarak ortaya koyduğu şeyler değildir. Her türlü fiil ancak “Allah hükmüyle” ortaya çıkar. İnsan Allah’a karşı “Müstakilen Var ve Muhtar” değildir. Ancak Allah “Müstakilen VAR ve Muhtar”dır.
O halde, eğer anne baba çocuğa “Elhamdülillah, bu başarın için Rabbimize çok şükrederiz! Rabbimizin sana verdikleri için O’na çok şükrederiz. Yardımına ihtiyacı olan arkadaşlarınla da Allah rızası için ilgilenmeli, yardım etmelisin” derler ise, ayrıca kendileri “MaşaAllah, la kuvvete İlla Billah” duasını ve sığınışını kendi aralarında yaparlarsa, doğru yolu izlemiş olurlar. Böylece çocuk kendisine verilen bir şeyi ve vereni bilir, paylaşmayı bilir, Rabbine şükrü bilir. Kazanılmış Değişim’i Hakk yolda gerçekleştirmeye talib olan, her anını, her halini, her duygu ve düşüncesini, her konuşmasını başarabildiği ölçüde Allah ile ilişkilendirmelidir.
8.7) Sızlanma ve mağdur hissi uyandırmayı amaçlayan cümlelerden sakınmak
Sızlanma ve mağdur hissi uyandırmayı amaçlayan cümleler “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasıyla takdim edilen “BEN”e acındırma planları içerir, Esfele Safiliyn yapının “zavallı tanrı rolü” oynayarak hedeflerine ulaşma alışkanlığından kaynaklanır. Devamlı olarak bu rolü oynayan kişide nihayet bu hal, onun hayat tarzı olur. Kendisi de yakınları da bu durumun farkındadır.
8.8) “Sonuç umurumda değil” manalı cümlelerden sakınmak
Bu hata çoğu kez çok iyi niyetle yapılır. Hatta kişi muhatabını veya kendini morallendirmek için bu hataya başvurur. Buradaki moralin kaynağı “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasına ve “ilahlık hissiyatı”na güvene dayanır ama cahil insan farkında değildir. Oysa her türlü sonuç ancak Allah’ın dilemesi ve hükmü olarak tecelli eder. “Sonuç önemli değil, sonuç umurumda değil” yaklaşımları Allah’a “sen ne dilersen dile, bizi ilgilendirmez” demek gibi bir şeydir. Cahil insan sonuç için “hayrlısı olur inşaAllah” demeyi öğrenmelidir.
8.9) Zihin rehberine “sözde noksan” ile etiketleme yapmaktan sakınmak
Eğer insan önemsemez, fark etmez veya bir tedbir almazsa, zihin rehberi Esfele Safiliyn formatla yönetilir. Zihin rehberi de insanın sadr mekanizmasına dâhil olur, çünkü zann’lar heva ve heveslerle yönetilir; heva ve hevesleri de yeni zann’lara sebep olur. Zihin rehberi insanları kaydederken, menfaatleri öncelikle gözetir. Bunun yanı sıra insanları kişiye göre “sözde noksan, kusur veya alaycı” sıfatlarla kaydeder. Kişi o insanı zihin rehberinden hatırasına çağırınca, o çağrılan bu Esfele Safiliyn karakterli sıfatlarla gelir. Eğer siz insanları veya Allah’ın kullarını böyle kaydeder ve böyle hatırlarsanız, siz Allah’ın sizi nasıl sıfatlandıracağına hazırlanıyorsunuz demektir. Acaba hangi günahınızla çağrılırsınız? Muhafaza buyur Ya Rabbi!
İnsan şunu unutmamaya çalışmalıdır. Bir insanın Allah’ın kullarına yaklaşma biçimi, Allah’ın o kula yaklaşma biçimini, davranma biçimini ve Allah’ın o kula uygulayacağı muameleyi de belirler. İnsanları affetmekten hoşlanmayan, affetmeyi sevmeyen birisinin, Berat Gecesi bir hadis gereği “Allahım Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet lütfen!” diye dua etmesi bir ironi olmaz mı?
8.10) Emir cümlesi kurmaktan sakınmak
“Kazanılmış Değişim”ini Hakk yolda gerçekleştirmeye talip olan kullardan hassasiyeti yüksek olanları “emir cümlesi” kurmaktan sakınırlar. “Müstakilen VAR ve Muhtar” olarak emir Allah’ındır derler. Ve bunlar ayrıca Allah’ı şahit tutan “yemin” kelimelerine dillerini alıştırmaktan da sakınırlar.
On madde olarak özetlediğimiz bu hayat tarzına ilgi duyup uygulamaya çalışan talib şunlara da özen göstermelidir: Talip, zihninde bu saydığımız her bir maddenin “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası ile ilişkisini kurmaya çalışmalıdır. İlişkiyi kurabilince, terk etmesi gereken konuşmanın kendisindeki ilah hissiyatının dili olduğunu görebilmesi gerekmektedir.
Yanlış olan konuşma cümlelerinin yerine, Allah ile ilişkilendirilmiş dua niteliği taşıyan doğru cümleleri bulmak gerekir. İlah söylemine “La ilahe!” diyerek reddetmek, dua söylemine “İllallah!” diyerek zihnimizin kabulüne yol açmak gerekir. Böylece insanın dili, beyni ve kalbi daim Zikrullah’ta olur, inşaAllah.
Rabbimizin bir uyarısıyla bu kısmı tamamlayalım: “O halde putların pisliğinden kaçının ve yalan sözden sakının.” (Hac Sȗresi 30)
Ayetin indiği o günün insanlarına yapılan bu uyarıyı günümüz insanlarının sosyolojik ve teknolojik statüsüne göre meallendirecek olursak: “Bütün bu gerçekler ortadayken “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasının hayat tarzından kaçının ve bu hayat tarzının duniHİ algı ve zann’larıyla oluşmuş KONUŞMA DİLİnden sakının” deriz.
9. Esfele Safiliyn Formata Sevgi Kapalıdır
Esfele Safiliyn hayat tarzı içerisinde insan, birisini veya bir şeyi sevip sevmeme tercihini de duniHi anlamda hürriyeti kullanarak ve duniHi algı ve zann’larına göre oluşmuş heva ve hevesleri doğrultusunda yapar. Ancak cahil insan, Esfele Safiliyn formata gerçek anlamda sevginin kapalı olduğunu bilmez. Bu sebepten sevgi duygusunu, sahip olduğu Esfele Safiliyn imkânları çerçevesinde kendisi tanımlamıştır ve bu tanımladığını hissedince de adına “sevgi” der. Fakat tanımladığı ve hissedince sevindiği bu sevgiden bir türlü tatmin olmaz. Çünkü karşılığını bulamaz. Bu sevgi bazen gelir, bazen kaybolur, bir türlü istikrar gösteremez, genellikle de içi acı, sonu acı dolu olarak yaşanır. Çünkü sahte bir tanımdır, sahte bir hissediştir.
Esfele Safiliyn format içerisinde sevgi dosyası bulunmaz, orada bulunan tek duygu “NEFRET”tir. Bu yüzden insan, hissettiği “en düşük seviyeli nefret” hallerini “sevgi” zanneder. Ancak bazı sebeplerle nefret seviyesi bu sevgi duyulan kimseye veya şeye karşı yükselince, sevgi denilen şey de kaybolur; yerini kızgınlık, öfke, nefret kaplar. Eğer herhangi bir sebepten yükselmiş olan nefret seviyesi o kişiye veya şeye karşı düşerse, tekrar “sevgi” dediği şey gelir. Kendisini teselli etmek üzere bu iniş çıkışlar için “hayatın, sevginin tuzu biberi” yakıştırmasını yapar. Böyle bir kısır döngüde, Esfele Safiliyn insan kendisini kandırır durur.
Bu konuyu vurgulamak üzere, Hz. İbrahim aleyhisselam’ın kavmini uyarmak için söylediklerine Kur’an’ın anlatımından bakalım:
‘’(İbrahim) onlara dedi ki: Siz sırf aranızda dünya hayatına has muhabbet ve sevgi uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lanet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiçbir yardımcınız da yoktur.’’ (Ankebut Sȗresi 25)
Ayette “dünya hayatına has bir sevgi” denilerek Esfele Safiliyn formatta tarif edilmiş sevgi vurgulanmaktadır. Billahi anlamda iman ederseniz, ürettiğiniz bu tanımlar ve üzerinde yükselmeye çalıştığınız kimlikleriniz ve kimliklerinize edindiğiniz putlar yıkılacaktır. Yani sizin “Ben” derken kast ettikleriniz ve bu “Ben”e kazandırdıklarınız ortadan kalkacaktır. İşte siz bunu görüyor, bundan korkuyor ve tedbir olarak da Allah’a karşı tavır oluşturuyorsunuz. Oysa dünya hayatında tanımladığınız bu sevgi ve onun uğruna yaptıklarınız, kazandıklarınız, her ne varsa, ahirette size pişmanlıklar olarak geri dönecektir.
Esfele Safiliyn hayat tarzı içerisinde duniHi anlamda hürriyet ile ortaya çıkan aşklar, sevgiler, anne-baba sevgileri, çocuk sevgileri hep işte bu “nefret” gerçeği içerisindedir, maalesef. Esfele Safiliyn hayat tarzı içerisinde insanlar bütün bu sebeplerden dolayı “sevgi ve kardeşlik” çerçevesinde bir grup, bir cemaat veya bir topluluk hiçbir zaman olamazlar. Bundan dolayı grubu, cemaati, topluluğu bir arada tutabilmek için perde arkasında başka Esfele Safiliyn yöntemler kullanırlar. Bu yöntemlerin çoğu da korku veya menfaatlere dayanır.
Bu konuyu vurgulayan bir ayet şöyledir:
“Onların kendi aralarındaki be’sleri (Müstakilen Varım ve Muhtarım iddiaları ve yaptıkları tanrısal savaşları, ihtirasları) şiddetlidir. Kalbleri dağınık ve ayrı ayrı olduğu halde onları toplu sanırsın (topluluk görüntüsü verirler). Bu onların akletmeyen bir topluluk olmalarındandır.” (Haşr Sȗresi 14)
Kazanılmış Değişimimizi Hakk yolda gerçekleştirmek istiyorsak ve Kader Matriksi’ndeki ahiret konumuzun cennet hayatı olmasını hedefliyorsak, Billahi anlamda hürriyet ile sevmeyi öğrenmemiz gerektiğini şu ayetlere dikkat ederek, dikkat kesilerek ders yapalım:
“İnsanlardan kimi de, Dunillahi bir endad edinip onları Allah’ı sever gibi severler. İman etmiş olanlar ise Allah’a sevgiye daha şiddetlidirler. O zulmedenler, azabı gördükleri zaman, bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın Şedid’ül Azab olduğunu göreceklerini keşke şimdi anlayabilselerdi. O zaman kendilerine tabii olunanlar, azabı görerek kendilerine tabii olanlardan uzaklaşıp gitmişlerdir. Ve aralarındaki sebepler parçalanıp kopmuştur. Tabii olanlar “keşke bize bir kere daha fırsat verilseydi de, şu sevdiklerimizin bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak” dediler. Böylece Allah, onlara amellerini, kendilerine acı pişmanlıklar olarak gösterir, onlar nardan çıkacak da değillerdir.” Bakara 165-167)
Bu ayetlerdeki dersi alabilmemiz için, “insanlardan kimi de Dunillahi bir endad edinip de, onları Allah’ı sever gibi severler.” uyarısını önce çözmemiz gerekir. Buradaki anahtar tanım “dunillah bir endad” edinmektir. DuniHi algı ve zann’larının doğal sonucu olarak “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasında bulunarak kişinin içine girdiği ilahlık hissiyatıyla önce kendisini “dunillah bir endad” konumuna sokması ve kendisindeki bu “ilahlık hissiyatını” hayatın devamlılığını sağlayan enerjisi sanması ve sevmesi, sonra da bu halinin doğal sonucu olarak “duniHi anlamda hürriyet”iyle kimi ve neyi seveceğini seçmesidir! Buna kişi bir put edinmek ihtiyacı duyuyorsa o da girer, hatta kendisini inançsız ilan edenin bu hali de buna dâhildir. “Kendi ilahlık hissiyatı” birincil, “diğerleri” ise ikincil derecede dunillah bir endad sınıfına girerler.
Sevgilerini Allah’ı sever gibi yaparlar, yani nefret kökenli duygularıyla oluşturdukları sevgi oyunlarını doğru zannederler. Oysa Billahi anlamda hürriyet kullanmayı öğrenen Billahi anlamda iman sahibi müminler, DuniHi algı ve zann’larından temizlendikçe gerçek sevgiyle buluşurlar da bunların Allah’a ve O’nun kullarına sevgisi gerçekleşir ve bu çok şiddetlidir. Bu sevgiyi öğrenen ve birbirlerini bu sevgiyle seven müminler ancak kardeştirler.
Hucurat Sȗresi 10: ‘’Mü’minler ancak kardeştirler.’’
Meryem Sȗresi 96: ‘’Muhakkak ki iman edip salih amel işleyenlere gelince, Rahman onlar için bir sevgi oluşturacaktır.’’
Hac Sȗresi 38: ‘’Muhakkak ki Allah, hain ve nankörü sevgisinden mahrum eder.’’
Fıtratımızdan açığa çıkaracağımız sevgiyi Esfele Safiliyn formatın nefret ile örtmesini önlemenin tedbirlerini çok önemsemeliyiz. Esfele Safiliyn’in “nefret kökenli konuşma dili”ni mutlaka terk etmeliyiz. Bu dili terk ettikçe duniHi algı ve zann’ları sadrdan temizlenir ve kalbte var olan ve fıtrata ait olan asıl sevgi hissi açığa çıkar ve fonksiyon kazanır.
Bu mücadele yolunda şu ayeti de dikkate alalım:
“Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin (sevmesin). Kim böyle yaparsa onun Allah ile dostluğu kalmaz, sevgi ilişkisi kopar.” (Âl-u İmrân 28)
Dünya hayatında yanlış sevgilerle oyalanan ve ömür mühletini böyle israf eden için şu ayet uyarmaktadır:
Zuhruf Sȗresi 67: ‘’O gün dostlar (dünya hayatındayken Esfele Safiliyn sevgili olanlar) bazısı bazısına düşmandır, ancak müttakiler (Allah için fıtratlarına uygun sevmeyi öğrenenler) müstesna.’’
“Kazanılmış Değişim”lerini Hakk yolda gerçekleştirmeye talib olanlar için Rasulullah (SAV) Efendimiz, bu mücadelede müminlere bir dua öğretmekte ve önermektedir: “Allahümme inniy es’elüke hubbeKE ve hubbe men yuhibbuKE: Allahım, Sen’den sevgini ve seni sevenleri sevmeyi dilerim.”
Genişletilmiş bir mana ile söylersek: Allahım, bana seni sevmeyi öğret. Fıtratımdan gelen kalbimdeki gerçek sevgiyi aktif kıl. Dünya hayatı kurallarıyla seni sevenleri sevmek ve onları anlamak mümkün olmaz. Bunu bana mümkün kıl ve kolaylaştır ki seni sevenleri de sevebileyim. Ulaşmak istediğimiz bu sevgiyi perdeleyen ve Sadr’ımıza yerleşip Kalb’imizi örten ‘’ğıll/nefret” illetini de def et, bizi bu Ğıll’den temizleyiver Ya Rabbi. (Âmin)
Çünkü kalpte bulunan Ğıll cennete girmeye engeldir. Hicr 47 ve A’raf 43. ayetlerden öğreniyoruz ki cennete girecek müminlerin Kalb’inden, Sadr’ından Allah Ğıll’i söküp atar. Ve Haşr 10’dan öğreniyoruz ki Rabbimiz kalbimizin Ğıll’den temizlenmesi için dua etmemizi istemekte, bu ayette bize bunun duasını öğretmektedir. Dolayısıyla, sevgiyle ilgili hadisten öğrendiğimiz dua, Haşr Sȗresi 10. ayette Rabbimizin öğrettiği dua, bunlarla birlikte Rabbimizin “Vedud” esmasının Zikrullah’ını görev edinmek ve “nefretin konuşma dili”ni terk etmek çok önem arz etmektedir.
İnsanın Ahsen-i Takviym yapısının sevgi anlayışı ve davranışları, barış ve esenlik gibi hallerin Yaşanabilir Hayat Normları Allah’ın Selam esması kapsamındadır. Selam esması kanunlarıyla, bu haller Yaşanabilir Hayat Normları’na dönüşür. Bu yüzden bir mümin bir başka müminle karşılaşınca “Selamün aleyküm” der o da “Ve Aleyküm selam” diyerek karşılık verir. Yani şöyle söylerler: “Ey mümin kardeşim! Allah sana dünya hayatında seni cennete götürecek bir yaşantı verir inşaAllah ve ahiret hayatında da seni cennetine alıverir inşaAllah.” Diğeri de: “İnşaAllah beni de seni de.” diyerek cevaplar.
Dolayısıyla; dünya hayatında insanların Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkileriyle yaptıkları Hakk ve batıl tercihlerine göre oluşmuş iki hayat tarzı grubu vardır.
Bir: DuniHi algı ve zann’larına dayalı, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası şemsiyesi altında “Nefret Hayat Tarzı” ve “bu hayat tarzının konuşma dili”.
İki: Billahi anlamda imana dayalı, Allah’a kulluk şemsiyesi altında “Selam Hayat Tarzı” ve “bu hayat tarzının konuşma dili”.
Ahirette de dünya hayatının “Yaşanabilir Hayat Normları”yla kazanılan değişimlere uygun konumları içeren iki tür hayat tarzı vardır:
Bir: Dünya hayatı sırasında “Kazanılmış Değişim”ini batıl yolda tamamlamış olanların konuşlanacağı Nefret Yurdu karakterli cehennem ki İbrahim Sȗresi 28. ayette “Dârü’l Bevâr” diye geçer.
İki: Dünya hayatı sırasında “Kazanılmış Değişim”lerini Hakk yolda gerçekleştirenlere ikram edilecek olan Selam Yurdu vasıflı cennet. Yunus Sȗresi 25. ayette “Dâru’s Selâm” diye geçer.
Bütün bunların gerçekleşmesini sağlayacak hükümler de “Kader-Matriks Programı”nda yer alır. Olayların sondan başa veya baştan sonra basamaklandırılması sonucu ortaya çıkan anlam ise “Kader Manası”dır. Konuyu özetler nitelikte olan şu hadise dikkat ediniz: Hadiste Efendim (SAV) buyurmuşlardır ki: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız. Birbirinizi sevmek için de selamlaşın, selamlaşmayı yayın.”
Hadise konumuz çerçevesinde bir geniş mana verelim: Cennete girebilmek için Billahi anlamda iman etmek gerekir, yani DuniHi algı ve zann’larından sıyrılmak, “Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasından vazgeçmek gerekir. Billahi anlamda iman salih amelle birlikte olmalıdır, yani Billahi imana uygun bir hayat tarzı oluşturmak gerekir. Böyle bir hayat tarzı nefret üzerine yani kalbte Ğıll bulunarak gerçekleştirilemez; bu nefret ile din kardeşinizi sevemezsiniz. O halde Ğıll’den kurtulmanın önemli bir göstergesi olan “birbirimizi sevme”yi, “Mü’minler ancak kardeştir” prensibini gerçekleştirmeyi öğrenmeliyiz. Bu amaçla kendinize ve birbirinize selam duası yapınız ve bu duayı yaygınlaştırınız. Çünkü Allah’ın Selam esması kullara selamet ihsan eden, yakîn halini yaşatan, Billahi anlamda iman edenlere İslam’ı kolay ve güzel eyleyen, Dâru’s Selâm olan cennet yaşantısını meydana getirendir.
Konuyu Zümer Sȗresi 72 ve 73. ayetlerle bağlayalım: ‘’Denildi ki, girin cehennemin kapılarından, orada ebedi kalıcılar olarak! Mütekebbir (Müstakilen Varım ve Muhtarım iddiasıyla) hayat tarzı oluşturanların kalacak yeri ne kötüdür. Rablerinden ittika eden Billahi anlamda iman sahipleri ise zümreler halinde cennete sevk olunmuştur. Nihayet oraya geldiklerinde ve onun kapıları açıldığında cennetin bekçisi onlara “Selamün aleyküm, tayyib (temiz) olmuşsunuz. Ebedi kalıcılar olarak girin oraya (der).”