“Allah’a itisam edenin, dûniHi algıdan kaynaklanan saptırıcı iddialardan sıyrılıp Allah’a bağlananın gerçekten sırât-ı müstakıyme hidayet olunduğunu (Al-u İmran 101)”, “Billâhi idrakla iman edenleri, O’na i’tisam edenleri kendinden bir rahmet ve fazlın içine sokacağını, kendisine varan sırât-ı müstakıyme hidayetlendireceğini (Nisa 175)”, “Rablerinden haşyet edenlerin ciltlerinin O’ndan ürperdiğini, ciltleri ve kalblerinin Allah’ın zikrine yumuşadığını, bunun Allah’ın hidayeti olduğunu, onunla dilediğine hidayet ettiğini, kimi de saptırırsa onun için hidayet edici olmadığını (Zümer 23)”, “Allahın rızasına talip olanları selam yollarına hidayet ederek dilemesiyle zulmetten nura çıkardığını, sırât-ı müstakıyme yönlendirdiğini (Maide 16)”, “O’na dönüp yöneleni Allah’ın hidayet edeceğini (Ra’d 27)” ayetlerden öğrendik. Dünya hayatı sürecinde hidayet için bize düşen görev, öncelikle “amentü billâhi ve rasûlihi” demek ve bu sonuca ulaşabilmek için Muhtariyeti Tercih Gücü yetkimizle gayret etmektir. Bu yetkiyi kullanırken Hakk ve batılı çok iyi bilmek gerekiyor ki onları öğrenebilmek, farkını kavrayabilmek, tercihimizi Hakk Yol için yapabilmek için gerekli olan Furkan’ı bize öğretecek olan Kur’an’dır, bize model ve güzel örnek ise Rasûlullah (SAV) Efendimizdir. Sonuçta kim dûniHi algısından, sözde tanrılık iddiası ve bu iddianın yaşantısından vazgeçerse, bunlara sırtını dönerse, Allah’ı hiç unutmadan hanîf olarak O’na vechini teslim ederse, Allah onu sırât-ı müstakıyme hidayet etmiştir. Ama gerçek şudur: Rasûlullah (SAV) Efendimiz sırât-ı müstakıyme davet etmesine rağmen, ahirete iman etmeyenler bu daveti kabul etmeyip o sırattan sapıyorlar (Mü’minun 73, 74). Ahirete iman etmeyen bu sapkınlar müstekbirun’dur (Nahl 22). Oysa insanlar Allah’a mutlak muhtaçtır (Fatır 15). İnsanların var sandığı şeyler son bulmaya, tükenmeye mahkûmdur (Nahl-96). Bunları göremeyen insan zulmet içinde kalmış sağır ve dilsizler gibidir (En’am-39). Oysa Allah insanın dünya ve ahiret hayatının zulmetten kurtuluşu için gerekli sözün en güzelini müteşabih ve mesaniy bir Kitap ile indirmiştir (Zümer-23). Sözün güzelini ancak Rablerinden haşyet duyanlar tezekkür eder, dikkate alır (Fatır-18, A’la-10). Şaki olanlar Sözün Güzeli’ni duyunca kaçacaklardır (A’la-11). Buna mukabil, ahirete iman edenler, Din Günü’nü yalanlamayanlar, Rablerinden haşyet duyanlar, Kur’an ayetlerini duyunca ürperirler; nefsin şerri yönetimindeki sadrın beden dili olan ciltleri Sözün Güzeli’nden ürperir, imanları sayesinde hemen nefsin şerrine muhalefet ederler, bu muhalefet sadırlarını sarsar, ciltleri bu sarsıntıyı belli eder. Bu onların Muhtariyeti Tercih Gücü’yle Rablerini tercih etmelerinin, Rablerine yönelmelerinin sonucudur. Kul Rabbini tercih etmeyi hayat tarzı haline getirirse ve Allah’ın Rızası’na talipse, Allah onun kalbindeki Lüb’üne İhlâs Nuru lütfeder. Bu nur ile Lüb Fuad’ı tesiri altına alır ve Kalp iman nuru ile sadrın yönetimini ele geçirir, nefsin şerrini, dûniHi zanları defeder. Böylece artık Sadr Kalb Fuad Lüb Organizasyonu Hakk Yol’a hizmet eder hale gelir. Beyin artık kalpten aldığı talimatlara uyar ve onun fiillerini Hakk Yol’a uygun hale getirir, kul vehmin zulmetinden kurtulur ve Allah’ın Nuru’na kavuşur, artık ona sırât-ı müstakim nasip olmuştur. İslam’a açılıp genişleyen bu sadr, ciltte beden dili olarak huzura sebep olur. Bütün bunlar Allah’ın hidayetidir ve bunu Allah dilediğine lütfeder. Sonuçta, kalp marazdan temizlenir, kalb-i selim olur. Hazreti Osman (ra) efendimiz bu durumu anlatmak için; “kalbi temiz olsa kişi Kur’an okumaya doymaz, doyamaz” demiştir.
Dünya hayatı idrakı esfele safiliyndir. Öyle olduğu için, size dünya hayatında hidayet ulaşmışsa, bu ancak Allah dilemesi ve lütfuyladır. Kula düşen yöneliş görevidir, Rabbine yönelmek, O’na sığınmaktır. Bunu şimdi halifetullah yaşantısının başlayışını ele alan ayetlerden ders yaparak görelim.
Hz. Âdem aleyhisselam’ı, “hidayet Allah’tandır” kuralı gereği Allah’ın ona lütufta bulunuşunu, doğru yolu bulabilmesi için ona bir sığınış öğretişini ve onun tövbesini ayetler böyle anlatmıştı:
“Ya Âdem! Sen ve eşin cenneti mesken edinin. İkiniz de istediğiniz yerden yiyin. (Ancak) şu şecere’ye yaklaşmayın. (O zaman) zalimlerden olursunuz.” (A’raf-19)
“Dedik ki: Ya Âdem; muhakkak ki, şu (iblis) senin için bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Sonra şaki olursunuz.” (Ta-Ha; 117)
“İkisi de ondan (şecereden) yediler, sevatları kendilerine zâhir oldu da cennet yaprağından üzerilerine örtmeye başladılar. Ve Âdem Rabbine asi oldu, yaşayışı bozuldu.” (Ta-Ha; 121)
“Ey Âdemoğulları! Şeytan, sizin ebeveyninizi, sevatlarını kendilerine göstermek için libaslarını onlardan soyarak cennetten çıkardığı gibi sizleri fitneye düşürmesin. Çünkü o ve onun kabilesi, onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanları iman etmeyenler için dostlar kıldık.” (A’raf-27)
“Dedik: İnin oradan hepiniz. Artık Ben’den size bir hüda gelir de kim Hüda’ma tabi olursa, onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.” (El Bakara-38)
“Kim zikrimden yüz çevirir ise muhakkak ki onun için dar bir maişet vardır ve onu kıyâmet günü a’ma olarak haşrederiz.” (Ta-Ha; 124)
“Onlar ki (hüdamı) küfredip (reddedip), ayetlerimizi yalanladılar; onlar ashabun nardır. Onlar onda ebedi kalıcılardır.” (El Bakara-39)
“(İblise) buyurdu: Çık oradan, aşağılanmış ve tard edilmiş olarak. Andolsun ki, onlardan kim sana tabi olursa, elbette cehennemi tamamen sizlerden dolduracağım.” (A’raf-18)
“Derken, Âdem Rabbinden bir takım kelimeler telakki etti (öğrendi), O da tövbesini kabul etti. Gerçek şu ki; O Tevvâbur Rahıym’dir.” (El Bakara-37)
“(Adem ve eşi) dediler ki: Rabbimiz, nefislerimize zulmettik. Eğer bizi mağfiret etmez ve bize rahmet etmezsen, muhakkak ki biz hüsrana uğrayanlardan oluruz.” (A’raf-23)
“Sonra Rabbi onu ictiba etti (seçti ve arındırdı), onun tövbesini (Rabbine yönelişini) gerçekleştirdi ve hidayet etti.” (Ta-Ha; 122)
Biz bu ayetlerden konumuz çerçevesinde nasıl sonuçlar çıkarıyoruz, şimdi onlara bakalım:
* Cennet yaşantısında yasaklanan şecereye yaklaşırsa Âdem aleyhisselamın zalimlerden olacağı, şâkî olacağı ona bildiriliyor.
* Ancak, bir sebeple şecereden Âdem ve eşi yiyor ve Âdem aleyhisselam Rabbine asi oluyor, zalim ve şâkî sınıfına düşüyorlar.
* Böylece dünya hayatları başlıyor ama bu yaşantıları Allah rızasına uygun değil: Yani yaşantıları bozuluyor.
* Rıza’ya uygun olmayan bu yaşantı sırasında Sırât-ı Müstakıym’i gösterecek Rehber’in (hüdanın) geleceği bildiriliyor.
* Âdem aleyhisselam Rabbinden yardım talep ediyor ve yol yordam öğreniyor. Elbette ki Rabbini “Tevvabur Rahıym” buluyor.
* Allah, bu kıssayı Kitab’ında bize bildirerek biz sonraki nesilleri ders almamız için uyarıyor.
* Eğer ders alırsak bize de kelimeler öğretildiğini, bize de yol ve yordam öğretildiğini çok açık olarak görürüz.
“Rabbinize yönelin, af dileyin, bana kulluk yapın, beni Tevvabur Rahıym bulacaksınız” diyen Allah bize de kelimeler öğretmiştir, bize de yol yordam öğretmiştir. Ama Âdem aleyhisselam’ın sarıldığı gibi sarılmamız lazım! Çünkü bize bu kıssanın öğretilme sebeplerinden birisi de “Hz. Âdem sarıldı ve kurtuldu, siz de öyle sarılırsanız kurtulursunuz” müjdesidir. Peki, Rabbimizin bize öğrettiği kelimeler nelerdir? Rabbimiz bize özellikle Fatiha ve İhlâs Surelerini öğretmiştir. Fatiha ve İhlâs Surelerine Hazreti Âdem’e öğretilen kelimeler gözüyle de bakmak lazım. Âdem aleyhisselam’ı bulunduğu halden kurtaracak öğretilmiş kelimeler olduğu gibi, bizi de bulunduğumuz halden kurtarmak üzere öğretilmiş kelimeler vardır, bu sureleri o sebeple öğretilmiş sureler gibi dikkate almamız lazım. Öyle düşünüp değerini öyle bilmemiz lazım. Bizim için Fatiha ve İhlâs Sûresi Hz. Âdem’i kurtaran kelimeler gibidir. Şu inceliğe lütfen dikkat edin: Kur’an surelerinin hepsinin ismi sûrede geçen bir olaya veya bir isme dayanır. Yalnızca Fatiha ve İhlâs sureleri hariç! Bu surelerin isimlerini oluşturan kelimeler surelerin içinde geçmez, surede yoktur. Bu ikisinin ismi özeldir. Bu iki surenin isimleri, surenin görevi, anlamı ve hedefiyle ilgilidir; surede geçen bir olaydan veya bir kelimeden isim almamışlardır. Bu iki surenin bizim için özel öğretilmiş kelimeler olduğu bu kadar açıktır. Şu uyarısıyla da Rabbimiz Efendimiz (SAV)’e, dolayısıyla bize özel bir şey öğrettiğini söylemektedir:
“Andolsun ki biz sana Seb-ı Mesani (senâ edilen yedi)yi ve Kur’an-ı Azıym’i verdik.” (Hicr-87)
Efendimiz (SAV) de Ebu Hureyre radıyallahu anh’ten rivayetle şöyle buyurmuşlardır: “Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zü’l-Celâl’e yemin ederim ki; Allah, Fatiha’nın bir mislini ne Tevrat’ta, ne İncil’de, ne Zebur’da, ne de Furkan’da indirmiştir. O tekrarlarla okunan yedi ayet ve bana ihsan edilen Yüce Kur’an’dır.”
İbni Abbas radıyallahu anh’den rivayet edilmiştir: Cibril, Rasûlullah Efendimiz (SAV)’in yanında otururken kapı sesine benzer bir ses işitti ve başını semaya kaldırdı. Cibril dedi ki: İşte gökten bir kapı açıldı, bugüne kadar böyle bir kapı asla açılmamıştı. Bu sırada oradan bir melek indi. Cibril aleyhisselam tekrar konuştu: İşte arza bir melek indi, şimdiye kadar bu melek hiç inmemişti. O melek selam verdi ve Hazreti Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e şöyle dedi: “Sana verilen iki nuru müjdeliyorum. Bunlar senden önce hiçbir rasûle verilmemişti; Fatiha Sûresi ve Bakara Sûresi’nin son kısmı. Onlardan okuduğun her harfe mukabil mutlaka büyük sevab verilecektir.”
FATİHA ile fetih yazılarımız kapsamında uzunca bir süredir paylaştıklarımızdan sonra Fatiha Sûresi’ni okurken halimiz nasıldır, ona bir bakalım. Biz “Mâliki YevmidDiyn” derken saf korktuk… “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” ile sığındık… “İhdinas sırâtal müstakıym” ile talep ettik… Böylece hissedişimiz artık “korku ve umut” çizgisinde; şimdi halimiz havf ve reca… “Sırâtalleziyne en’amte aleyhim, ğayril mağdûbi aleyhim ve laddaalliyn” ayetiyle birlikte, hissettiğimiz bu korku ve umut duygumuzu, bu havf ve reca duygumuzu çakıştırmalıyız; korku ve umut artık cem olmalıdır, iki mânânın birleştiği bir hal almalıdır, bir bütün haline gelmelidir.
Burada çok güzel bir müjdeyi, çok önemli bir kuralı paylaşalım. Eğer sizin Allah’a yönelişiniz doğru ise, yani siz “Âmentü Billâhi ve Rasûlihi” diyen biriyseniz, Allah’a sığınıyorsanız, Allah’ın hangi emirlerinden korkuyorsanız Allah sizi o korktuklarınızdan Biiznillah korur, kurtarır. Allah’ın hangi emirlerini umuyorsanız Allah size o umduklarınızı Biiznillah verir, lütfeder. Bu müjde, iman etmiş ve salih amel işleyen kullarına Allah’ın va’didir… Allah onları o korktuklarından Biiznillah korur ve kurtarır. Allah’ın hangi emirlerini umuyorlarsa onlara o umduklarınızı Biiznillah verir, lütfeder. İman etmiş, salih amel işleyen kulları için bu Allah’ın va’didir. Buyuruyor:
“Allah, sizden iman eden ve salihattan amel işleyenlere va’detti ki; onlardan öncekileri halife yaptığı gibi arzda onları da mutlaka halife yapacak… Kendileri için seçip razı olduğu dinlerini (mümince hayat tarzlarını) onlar için mutlaka temkin edecek (sağlamlaştıracak, yerleştirecek) ve korkularından sonra onlara mutlaka emn (emniyet) tebdil edecek… (Böylece onlar) bana kulluk ederler, bana bir hiçbir şeyi ortak koşmazlar… Bundan sonra kim kâfir olursa (gerçeği örterse), işte onlar fasıkların (bile bile, göstere göstere yanlışı yapanların, Allah’a kulluk görevlerini yapmayanların) ta kendileridir.” (Nur-55)
Havf ve Reca, Korku ve Umut ayetlerde Havf ve Tama olarak geçer. Bunun Hakk Yol’la ilgili bir özelliği vardır ki bu duygular ayrı duygular değildir, onları ayrı duygular gibi düşünmeyin. Bu iki duyguya ait mânâları mümkün olduğunca çakıştırarak tek duygu haline getirebilmeliyiz. Korku ayrı, umut ayrı değildir. Dikkatle incelendiğinde korku ve umudun bütün olduğu rahatlıkla görülebilir. Onlar bir bedenin et ve kemiği gibi beraberdirler, tek bir mânâ oluştururlar. Korku ve Umut Fatiha Suresi’nde de ayrı duygular olmayıp bir bütündür. Biz de onları tek bir duygu yapmalıyız, onlar bizde de tek bir duygu haline rahatlıkla gelmelidir. “Şimdi korktum, şimdi umutlanıyorum” gibi ayrı yaşanan mânâlar değildirler, beraber, iç içedirler. Elbette her olayın bir korku, bir de umut yanı vardır. Dolayısıyla, her olayın korkacağımız ve umutlanacağımız bir yanını bulup birleştirmeli, korku ve umudu bir bütün yapmalıyız. Böylece her korku yanında mutlaka bir umut, her umut da yanında mutlaka bir korku taşımış olur, böyle olduğunu görürüz
Allah’a yönelirken, dua ederken Korku ve Umut’la dua etmek, Korku ve Umut’la yönelmek duanın makbul olma şartlarındandır. Bu hal, dünya ve ahiret hayatımız için önemli bir dua olan Fatiha Sûresi’nde, özellikle yedinci ayetinde iyice belirginleşmelidir ki Fatiha Sûresi’nin yedinci ayetini okurken Korku ve Umut taşıyan dua halimiz en üst seviyeye ulaşabilsin. Allah’a yönelirkenki halimizin, dua halimizin Korku ve Umut taşıması gerektiğini bize elbette Kur’an öğretiyor:
“Yanlarını yataklardan uzaklaştırırlar, korkarak ve tama’ ederek (umarak) Rablerine dua ederler, kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak ederler.” (Secde-16)
Korku ve Umut öyle iyi anlamamız ve mânâ çakıştırması yapmamız gereken kavramlardır ki bu anlayışı yakalayabilmemiz için Allah bize Kur’an’da misaller verir:
Ra’d-12: “Korku ve ümide düşürmek için size şimşeği gösteren, yağmur yüklü bulutları meydana getiren O’dur.”
“Size korku ve ümit veren şimşeği göstermesi, gökten su indirip ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi O’nun ayetlerindendir. Bunlarda düşünen bir kavim için elbette dersler vardır.” (Rum-24)
Bu ayetler bize Korku ve Umud’u nasıl birleştirip tek duygu haline getireceğimizi de öğretiyor. Bu ayetlerle biz, mânâ çakıştırma yönteminin Kur’an’da var olduğunu, Kur’an’da nasıl kullanıldığını da görüyoruz. Ayetteki şimşek örneğinin korku ve umutla ilişkisine bir bakalım. Düşünün ki uzun bir kuraklık dönemi yaşadık. Bu kuraklık sonucu uzun süre sudan, gıdalardan, tarımdan ve ürünlerden mahrum kaldık. Bu halin getirdiği hasretle su ve yağmur bekliyoruz. Allah’ın rahmeti ile bir bulut kümesi görüp umutlandık; yağmur geliyor, suyumuzu içeceğiz, ürünler çıkacak, karnımız doyacak diye umutlanmaya başladık. Bulut yaklaştı, umudumuz da arttı, zaten hasretle bekliyoruz. Ancak öyle bir şimşek çaktı ki onun çakmasıyla korktuk. Şimşek ne zaman çaksa, dikkat edin, hemen içinizde bir ürperme, bir korku olur. Şimşeğin kuvveti ile korkunuz doğru orantılıdır; ne kadar kuvvetli çakar ve ne kadar aydınlık oluşturursa korku da o kadar kuvvetlidir. Fakat şimşek çaktığı zaman hissettiğimiz korku beslediğimiz umudu, beklediğimiz bereketi zihnimizden silmez. Şimşeğin çakış anına kadar sadece umut ve sevinçle bulutlara bakarken, şimşek çaktığında umutla beraber bir de korku hissi yaşamaya başlarız. Bulutları görünce yaşanan ani sevinci, zihinden geçen bereket duygusunu, şimşeğin çakışıyla birlikte hızla kaplayan ani korkuyla, çok yakın hissettiğimiz o tehlike duygusuyla aynı anda yaşarız; o an korkumuzu ve içindeki rahmeti aynı anda yaşar, görürüz. Korkmuşuzdur, korktuğumuz bir şey vardır ama o korktuğumuz şeyden bize bir rahmet, bir bereket gelmektedir. Bize gelen rahmet ve bereketin içerisinde korku ve umut duygusunu, o güzelliği aynı anda yaşıyoruz. Böylece bu iki duyguyu harmanladığımız bir olay hissetmiş oluruz. Bu örnekle bize korku ve umudu birlikte yaşayabilmeyi ve onu tek mânâ yaparak o mânâyla Allah’a yönelmememizin mümkün olduğunu, bunun gerektiğini Rabbimiz öğretiyor. Bu mânâyı hissedeceğimiz bir yöntemi yine ayetlerden paylaşalım:
Bakara 81: “Hayır, gerçek onların sandığı gibi değil; kim bir kötülük kazanırsa ve de o hatası kendisini kuşatırsa, işte onlar ashabun nar’dır. Onlar orada ebedi kalıcılardır.”
Çok korkutucu olan bu ayetin kapsamı bizi ilgilendiriyor değil mi? Öyleyse bunu düşünüp korkalım. Hatta öyle ki yalnızca beni ilgilendiriyor olabilir diye endişelenip korkumuzu çok yüksek bir noktaya taşıyalım; sanki ayet bana hitap etti, yalnızca beni kapsadı gibi bir korku yaşamaya çalışalım: Kimse yok ve sesleniş bana gibi, doğrudan bana söylenmiş gibi… Bir de müjde içeren ayet okuyalım. Bunu okurken bu ayetin de doğrudan ve yalnız bize, kendimize hitap ettiğini düşünüp, hissedip o kadar yüksek bir umutla umutlanalım:
Bakara-82: “İman edip sâlih amel işleyenler ise ashab’ul cennet’tir. İşte onlar da orada ebedi kalıcılardır.”
Nasıl, nasıl müjdeleyici bir haber değil mi? Bu müjdeleyici haberin sadece bize olduğunu, sadece bizi kapsadığını düşünmekle içimizi nasıl bir umut kaplar, nasıl ümitleniriz değil mi? Yaptığımız bu tefekkür sırasında her iki duyguyu da yaşadık değil mi? Bakara-81. ayette alabildiğince korku, 82. ayette ise pik yapmış bir umut, bir sevinç yaşadık. Okuduğumuz bu ayetlerin peş peşe oluşuna dikkat edin. Bize bir şeyi öğretiyor, diyor ki; bu ayetleri okurken iki duyguyu harmanlayın. Birindeki duyguya sahip çıkıp diğerini ötelemeyin, yanlış olur! İlk ayetteki o korkutan hitap bize değilmiş gibi öteleyip ikinci ayetteki müjdeye sahip çıkmak yanlış olur. Her iki ayet de bize hitap ediyor. İki ayeti birlikte düşünüp, korkutan ayetlerle yaşadığımız korku duygusu ve umutlandıran ayetlerle hissettiğimiz ümitlenişi harmanlayıp tek duygu haline getirebilmeyi, o tek duyguyla hallenebilmeyi, sürekli bu duyguyla yaşayabilmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Bu yaptığımız bir antrenmandı. Bakara 81’de korkmayı, Bakara 82’de umudu denedik, bu hislerle yaşamayı denedik; bu hissedişleri nasıl cem edeceğimizi öğrenmek için önce korktuk, sonra umutlandık. İşte bu hal bizde zaman içerisinde aynı anda yaşanan tek duygu haline gelmelidir ki gelir inşaAllah. Kazanacağımız o tek duyguyu esas duygu haline getirip sürekli o duyguyla Allah’a yönelmeli, o duyguyla “Allah” diyebilmeli, o duyguyla yaşayabilmeliyiz. Dualarımızı, salâtlarımızı, tüm ibadetlerimizi o duyguyla yapabilmeliyiz. Bu bize hem Allah’tan sakınmayı hem de sakındığımız Allah’a sığınmayı öğretir. Allah’tan Allah’a Sığınmak önemlidir, bunun duygusu Korku ve Umut’tur. Bu iki duygunun birlikte yaşanması bize Allah’tan yine Allah’a sığınmayı öğretir, bu çok önemli hali bize yaşatır. Efendimiz (SAV)’in öğrettiği bir dua ve sesleniş vardır ki onda Korku ve Umut tek mânâ olmuştur: “Allahım Senden Sana sığınırım (Euzü BİKE minKE).” Korku ve Umud’u “bir” yapmanın duası budur. Allah’a böyle yönelmek, tüm ibadetleri böyle yapmak, hatta hayatımızı böyle sürdürmek bize şükredebilmeyi öğretir, bu hal bize şükür kapısını açar. Bunu ayetten öğreniyoruz: “Allah’dan ittika edin ki, şükredebilesiniz.” (Al-u İmran; 123)
Şükür ancak sırat-ı müstakimde yaşanabilir. Sırat-ı Müstakiym üzere olmak Sıratullah üzere olmaktır. Sıratullah Allah’a erdiren, Allah’a götüren yoldur. Allah’a erdiren yol olan sırat-ı müstakiym’in hedefi İhlâs Sûresi’nde açıklanır.
İhlas 4: “Ve lem yekün leHU küfüven ehad; (dûniHi) O’na hiçbir küfüv mevcut değildir.”
İdrak edilmesi ve yaşanması gereken hedef cümle budur, anlaşılması gereken gerçek de budur! Bu hedefe giden yolun hedefe götüren durakları vardır: Duymal Yakîn, İlmel Yakîn, Aynel Yakîn, Hakkal Yakîn. Nefs Mertebeleri diye bilinen bu tarifler hedefe giden yoldaki duraklardır. Başlangıç Duymal Yakîn’dir; bilgiyi işitmek, duymak, işiterek öğrenmek. Henüz bilincine varmadan böyle birşey varmış demek. Daha sonra bilincine varıldığında, bu bilinç hal olduğunda, kişi o hali yaşayıp ilerlediğinde sırasıyla İlmel Yakîn, Aynel Yakîn, Hakkal Yakîn yaşanır inşaAllah. Ancak bütün bu mertebelerde, bu duraklarda geçerli olan bir kural vardır ki o başlangıç kuralıdır: Şehadet! Hedefe giden yolun başlaması için gereken şey şehadettir, iş şehadetle başlar. Şehadet bütün mertebelerin bütün anları için devam eden vazgeçilmez en alt sınırdır. Mertebe ne olursa olsun şu şehadet en zâhirî mecburiyet olarak devam eder: “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden AbduHU ve RasûluHU.” “Allahım kesinlikle şehadet ederim ki, Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak SENSİN. Başka müstakilen var ve muhtar YOKTUR. Başka müstakilen var ve muhtar iddiaları yalandır, iftiradır, batıldır, YOK hükmündedir. Ve yine kesinlikle şehadet ederim ki Muhammed Mustafa Efendimiz (SAV) SENİN Kulun ve Rasulündür.” Bu şehadetle yola çıkan talib hedefe ulaştığında bir şehadeti daha yaşar: “Eşhedü en lâ ilahe illallahul Ehadus Samedülleziy lem yelid ve lem yuled ve lem yekün leHU küfüven ehad.” İlk şehadetle başlayan ve bu şehadetle hedefe ulaşılan seyahatin (seyri sülukun) gerçekleşebilmesi için duymal yakîn halden itibaren sana Allah’ın Nuru’nun ulaşması şarttır; bu Hidayet Nuru’dur; “Allah dilediği kimseyi kendi nuruna hidayet eder” ayetindeki nurdur (Nur-35). Kişiye ulaşan bu nur Sadr’da İslam nuru, Kalb’de İman nuru, Fuad’da Marifet nuru, Lüb’de Tevhid nuru olarak kendisini gösterir, bu şekilde faaliyet gösterir. Kul işte bu nurla Allah’a erdiren yol olan Sıratullah’da bir seyahat gerçekleştirir ki bu yolculuğun işaretlerini ayetlerde görürüz…
Allah’ın kendilerine nimet verdiği kulların kimler olduğu hep tartışılmıştır. Bu tereddüt içeren bir tartışma olmayıp seçkin kişileri örnek alabilmek içindir. Bir de, sapanları fark etmek, hallerinden ibret alıp korunabilmek içindir. Bu tartışmalar sırasında şu nokta dikkatimizden kaçmamalıdır.
En’am 16: “O gün kimden o (azap) çevrilip savılırsa, hakikaten ona (Allah) rahmet etmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur.” Hesap Günü için Kur’an azim ve dehşetli bir gün diyor, o gün için uyarıyor. Öyle bir günde azaptan kurtulan olmak bizim gibi sıradan insanlar için büyük bir nimet değil midir?
Nisa 69, 70 “Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, onlar, Allah’ın kendilerine inamda bulunduğu nebiler, sıddıklar; şehitler ve salihler ile beraberdir. Ne güzel arkadaştır onlar. Bu fazl Allah’tandır. Aliym olarak Allah Kâfi’dir.”
Bize dünyada hayrlı bir nimet lütfedilmişse ona çok büyük bir özen ve çok dikkat göstermemiz gerekiyor. Çünkü: Bir kavim kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allah onlara in’am ettiği nimeti değiştirmez. Ayet böyle diyor. Öyleyse, ikram edilen nimetlere sıkı sıkı yapışıp, şükreden kullardan olmak için gayret etmeliyiz. Lüb Sahipleri’nin şu yakarışını hatırlayın: “Rabbenâ ve âtinâ mâ veadtenâ alâ rusulike ve lâ tuhzinâ yevmel kıyâmeti, inneke lâ tuhliful miyâd: Rabbimiz Rasûllerine va’dettiğini bize de ver ve bizi kıyamet gününde rezil etme. Muhakkak ki; Sen, va’dinden caymazsın.” (Al-u İmran 194)
Kıyamet Günü rezil olmayan kişi kendisine nimet verilen kişidir. O gün rezil olmayanlardan olmak, kula in’am edilmiş bir nimetir. Bizim; “sırâtalleziyne en’amte aleyhim…” derkenki talebimiz demek ki bu: Allahım, Ey Mâliki YevmidDiyn! Hesap Günü azabından kurtulmuş olan kullarının yolunu bizlere lütfet. Hesap gününün dehşetinden korunabilmemiz ve azabından kurtulabilmemiz için bu dünya hayatında nasıl yaşamamız gerekiyorsa, bu hayat tarzını bize lutfediver. (ÂMİN)
Nimet verilenleri ve önemini anladığımıza göre nimet neye diyoruz? “Nimet verilenler” derken zihnimiz ne tür bir nimetle meşgul? Kurtuluş için gereken alt sınırı garantilediğimizi sanıp nimet olarak çok ileri halleri düşünmek doğru olmaz, en azından başlangıçta doğru olmaz. Nimet tanımı, kabulü ve düşüncesine en alt sınırdan başlamalıyız ki yanılmayalım. Allah’ın in’amda bulunduklarını gördük: Nebiler, Sıddıklar, Şehitler ve Salihler. Tefsirciler bunlara İslam yaşantısı örneğindeki Devr-i Saadet ehli olan Efendimiz (SAV)’in ashabını da ekliyorlar. Elbette! Ancak bu ayeti okuyunca biz kendimiz için ne düşünmeliyiz? Bizim için hedef, Nebiler, Sıddıklar, Şehitler ve Salihler ile birlikte olabilmektir. Bizim hedefimiz onlarla birlikte olabilmek olmalıdır. Bu hedef için ise, kurtuluşun alt sınırı olan “Allah’a ve Rasûlüne İtaat” nimetine ulaşabilmiş olmalıyız. Çünkü ancak o zaman sayılan bu gruplarla birlikte olabiliriz. Zaten Nisa 69; “siz Allah’a ve Rasûlüne itaat ederseniz, nebi, sıddık, şehit, salih olursunuz” demiyor, “onlarla birlikte olursunuz” diyor. Sonuç ya onlarla veya gazaba uğramış ve sapmışlarla olmak olunca sığınıyoruz:
Gazaba uğramışların ve sapanların yoluna değil Allahım, kıyamet günü bizi rezil edecek, azaba sokacak bir hayatı değil, azabını hak etmişlerin yolunu değil Allahım (Amin).
Allah’ın razı olduğu bir hayat için kula düşen görevin içinde Allah’tan sakınmak, O’na sığınmak da vardır. Sakınmak, Allah’ın razı olmadığı şeylerden sakınmaktır, sakınmanın fiili uygulanışı budur ve çok değerlidir. Öyleyse, sakınacağımız şeyi iyi tanımlamak ve tanımak önemlidir. Böyle olunca, şu kural önemle karşımıza gelir: Sakınacağımız bir konuda yapacağımız tanım Kur’an’a uygun olmalıdır, yani Muhammedî özellik taşımalıdır. Bunun için şöyle bir yol izleyebiliriz: Yapılacak bir tanımın veya amelin yani fikrin veya fiilin Sözde Tanrılık İddiası ile ilişkisi kurulmalıdır. Yapacağımız tanım ve amel “Amenü Billâhi ve Amilus Salihati”nin neresindedir, bu belirlenmelidir.
Fatiha Sûresi’ndeki gazaba uğrayanlar ve sapmış olanlar ortak bir noktada buluşmuşlardır; Hakk Yol’dan ayrılmışlardır, halleri bâtıldır. Bu şu demektir: Her iki grup da Sözde Tanrılık İddiası içerisindedir, her iki grup da Allah’a ve yaratılanlara karşı mütekebbir fiillerde bulunuyordur. “Mağdubi aleyhim” hali, gazaba uğramışlık hali vehmin zulmeti ile hem dem olmaktır, dûniHi zahiri zanlardan sıyrılamamaktır. Onlar bu halleriyle dünya ve ahirette Allah’tan uzakta kalırlar, bu hal onları nankörlükte çok ileri götürür, Allah’ın emirlerinde haddi aşarlar. Dalalette olanlar, sapmış olanlar ise daha hümanist fikirlere sahiptirler ve kendilerince zahirin arkasını görmeye çalışırlar, batın mânâları önemserler. Ancak bir Hakk yöntem öğrenmedikleri için uydururlar, uydurduklarına inanır ve uydurdukları batınî fikirlerle Allah’a yönelir, böylece saparak Allah’a iftira ederler. Bu iki grubu daha da somutlaştıralım. Rasûlullah (SAV) buyurdular ki: “(Fatiha’daki) el-mağdûbi aleyhim (Allah’ın gazabına uğrayanlar) yahudilerdir; ed-dâlliyn (sapanlar) da hristiyanlardır.” O gruplardan olmamak, o hallerin her türlüsünden korunmuş olmak temennisi ile Fatiha’ya sarılıp “amin” diyoruz.
Fatiha Sûresi tamamlanınca “âmîn” deriz. Bu deyişimiz çok ileri bir korku ve çok ileri bir umudu yansıtmalıdır. Öyle bir korku ve umudun en belirgin şekilde dile gelişi “âmîn” derken olmalıdır. Her âmîn deyiş korku ve umudun birlikte oluşturduğu duyguyu içermeli, her âmîn korku ve umut halimizi yansıtan çok özel bir duyguya bürünmelidir. “Âmîn” ne demektir, bilmeliyiz. Âmîn, eminim demektir, âmîn demekle eminim diyoruz. Bu emin oluş şudur: Allah’dan istedim, dilerse verecektir eminim. İstediğim yerden eminim. Eminim, Allah beni korktuğumdan korur. Eminim Allah bana umduğumu verir. Böyle yönelen, böyle yaşayan, yaşamaya çalışan kulları Rabbi şöyle müjdeliyor:
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayrlı bir ümmetsiniz.” (Al-u İmran; 110)
“Gevşemeyin, mahzun olmayın; eğer mü’min iseniz, siz en üstünlersiniz.” (Al-u İmran; 139)
“De ki: Ey kendi nefsleri aleyhine israf eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları mağfiret eder. Muhakkak ki O Ğafurur Rahıym’dir.” (Zümer-53)
“Kim mağfiret eder günahları; Ancak Allah…” (Al-u İmran;135)
“Haber ver kullarıma ki; Ben gerçekten Ğafurun Rahıym’im.” (Hicr-49)
“Allah’tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah, Ğafurur Rahıym’dir.” (Nisa-106)